Rüyasızlık Özlemi

Fatma Ünsal

Çalışkan olmak zor zanaat. Millet yatıp dururken, tatiline tatil, kilosuna kilo eklerken çalışkanlar öyle mi ya? Koş Allah koş. Dünyada bu işi yapabilecek tek kişi kendisi kalmışçasına parala kendini. Öyle ki başkasının işini mi yapıyorum acaba, diye şüphe kırıntısı uğramasın zavallı zihnine. Zor zanaat şu çalışkan olmak.

Ülkenin birinde de ülkeyi ve dahi dünyayı kurtarmak derdinde olan bir avuç çalışkan vardı. Bunlar gecelerini gündüzlerine katarlardı. Evlerini otel olarak kullanır, evlatlarına hanımlarına turist muamelesinde bulunurlardı. Bekarlarsa evlenmemeye sırf bu yüzden ahdetmişlerdi. Kendilerine kız bakıp duran analarını yengelerini engeller: “Aman ha, evlenenlerin hâli belli. Eve uğramak zorunda kalıyorlar. Geçim derdinden bizim kadar verimli olamıyorlar. Olmaz, istemem.” diye ortak anlaşma metni oluşturmuş gibi bu cümleyi kurarlardı. Aman ha, aman ha! Bu bir avuç çalışkanın huyları suyları da güzeldi maşallah. Mazbut, ahlaklı, dingin insanlardı. Hani bunlara uzaktan bakan, evden işe işten eve akıp duran dingin ırmaklar sanırdı. Ailelerinin tek şikâyeti, çok çalışmalarından sebepti. “Behzat yavrum, iğneden ipliğe döndün yavrum. Bak bir ayağım çukurda hem. İş yerine desen de...” “Baba vallahi küseceğim artık. Veli toplantısına yine gelmedin. Edebiyatçı hazırlanmıştı yine beni övmeye yine kadın ağzını açamadı. İş iş iş. Yeter!” “Süha, o patronun olacak herifin inşallah iki dünyası da zindan olur. Çocuğumuzun ilk adımını göremedin ayol. Başlarım ben böyle işe.” Bu minvalde nice serzeniş toplanıyor da bu bir avuç çalışma divanesininin bir kulağından girip diğerinden koşarak uzaklaşıyordu.

Bir gün devlet, daha fazla vatansever olmak için bir imkân sundu. Dileyenler, uzman bir ekip tarafından geliştirilen uyku ihtiyacını kökten ortadan kaldırma operasyonu geçirecek ve bu zaman çalıcı durumdan kurtarılacaktı. Hem de herhangi bir ücret ödemeden. Normalde yüklü miktarda bir ödemesi vardı tabii. Ama bu özellikle işinde yarar göstermiş, çalışkanlığıyla nam salmış vatandaşlara ücretsiz olacaktı. Evet, bir nevi uykusuzluk ameliyatı bursu. Bu bursun kimlere verilebileceğine dair eğitimler verildi patronlara. Müdürlere. Türlü çeşitli kodamanlara. Bir lokmaya da bin sopaya da gıkı çıkmamak temel şarttı işin özeti. Evini barkını ihmal edecek kadar çalışkan olmak mesela. Karısını sokakta görse: “Hanımefendi, müsaade buyurun.” diyecek kadar neredeyse kadıncağızı unutmuş olmak mesela. Ya da cami çıkışı babasına denk gelse: “Beyamca, ayakkabını az ötede giy de biz de çıkabilelim.” diye çemkirecek kadar ona yabancılaşmış olmak mesela. Sokakta top sektiren oğlunu görse yanındaki arkadaşına dönüp, “Şunları da salıyorlar sokaklara. Bu ana babalık mı şimdi?” diyecek kadar oğlunu başka velet sanacak kadar. Eh, yükün para eden bir ameliyatı hak etmek öyle kolay mı?

Muhtelif iş yerlerindeki çalışkanlar, bu ameliyatı duyunca sevinçlerinden ne yapacaklarını bilemediler. Oley be dediler, yess bile çektiler. Artık daha da fazla çalışabileceğiz. Geceli gündüzlü hiç durmak yok. Uykuyla vakit kaybetmek yok diye sevinçlerinden ağladılar. İçlerinden biri dedi ki: “Ee peki ailelerimizi nasıl ikna edeceğiz?” Derin bir sessizlik oldu o an. Düşündüler düşündüler. Biri dedi ki: “Demeyiz biz de. Nasıl olsa pek uğramıyoruz evlerimize. Uğrayınca da onları uyutur geri geliriz çalışmaya devam ederiz.” Bu makul fikri beğendiler. Sarıp sarmalayıp kafalarına yatırdılar.

Müdürler, işverenler aldıkları eğitimde öğrendikleri kimi kriterlere uygun olarak ameliyata hak kazananları devletin sorumlu birimine ilettiler. Yaklaşık yüz bin çalışkan, bu uyku aldırma ameliyatına bedava sahip olacaktı. Gün geldi çattı. Ameliyatlar yapıldı. Çalışkanlar sıhhatle hastanelerden uğurlandı. Ülkenin bu yüz bin uykusuz neferi, millet horul horul uyuyup dururken gözlerini dahi kırpmadan işlerine daha da asıldılar.

Adapte olmakta hiçbir problem yaşamadılar. Öyle profesyonel bir ameliyattı ki bu, sanki analarından uykusuz doğmuşlardı. Artık iki katı maaş da alıyorlardı. Gel keyfim gel. Ülkelerini yok yok dünyayı kurtaracaklarına inançları da iki kat artmıştı. Ailelerine hiç çaktırmadılar bu durumu. Uykusuzların haberlerini birlikte izlediler, hayretler ettiler bu duruma da ağızlarından tek kelime sızdırmadılar. Çünkü derlerse dünyayı kim kurtaracaktı?

Bir ay, iki ay derken altı aydır uyumayan bu güruh, zaman geçtikçe onlar çalışıp dururken insanlar uykuya gittikçe kendilerini yalnız hissetmeye başladılar. Aynı iş yerinde çalışanlar bile birbirlerini tesellide yetersiz kaldılar zamanla. Gözlerini dinlendirmek istediler mesela. Gözleri dinlenmedi. Çünkü yorgun hissetmiyordu. Gerisin geri para gibi açılıyordu. Evlerine gidip ailelerinin uykuya gidişini izleyenler, tarifsiz özlemler çekmeye başladılar. Ne de güzel yorganlarına sarılıp mışıl mışıl…Camdan dışarı bakarken bir bir sönen ışıkları izlediler hüzünle. Şehirlerin uğultusuyla baş başa kaldılar. Sokaklarda öğürüp duran son ayyaşı dinlediler her gece. Tek tük geçen arabaların nereye gittiğine dair kafa patlattılar.

Altı aydan sonra tabiatları değişmeye başladı bu uykusuz grubun. Ülkedeki yüz bin kişinin de hâllerinde tavırlarında gözle görülür değişmeleri fark etti çevresindekiler. Sadece çevreleri mi? Yüz bine kadar sayamaz bir insan. Etkisi sadece kendi çevrelerinde kalmadı. Uyumadıkça yalnızlaşan, rüyalarından ayrılan bu zombi nevinden insanlar; ahlakça da gerileyince çalışkanlıklarının bir hükmü kalmadı. Rüya görmeyince hayal de kuramaz oldular. Dolayısıyla hem ülkelerini hem dünyayı kurtarma ülkülerinden de uzaklaştılar.

Bir gün içlerinden biri iş arkadaşına dedi ki: “Ayaklanalım. Devletten uykularımızı söke söke geri alalım. Ben artık rüya görmemeye dayanamıyorum.” Onayladı diğeri. Ve diğeri. Ve diğeri. Ve diğeri. Ve.

Ülke çapında eylemler sökün etti. Ülkenin başkentinde sokakları, caddeleri doldurdu bu uykusuz yüz binler. Ellerinde pankartlar. Televizyonların onları çekmesini umursamadan haykırıyorlardı: “Deeevlet uykumuzu geri ver! Deevlet rüyaları geri ver!” Onları izleyenlerse anlam veremediler bu eyleme. Söz misali bir teyze diğerinin kolunu dürterken soruyordu: “Rüyalarına nolmuş ayol? Ben sabaha kadar rüyadan rüyaya atlıyorum. Bunlara satayım hahayt.”

Eylemleri bir ay sürdü. İki ay sürdü. Üçüncü ayın sonunda devlet zarar etmeye başlayınca gereği düşünüldü.

Bir gün eylemciler başlarında dönüp duran helikopterleri gördüler. Onları seyrediyorlarken üstleri başları ıslandı helikopterlerce. Derken birkaç dakika içinde oldukları yere yığılıverdiler. Eylemin sesi kesiliverdi. Şimdi hepsi aynı rüyanın içinde bir denizde ıslanıp duruyorlardı.