Uyuyana Dek

Hacer Noğman

Zamanın bedeni bana dar geldi. Ben zayıflayamadım zaman da genişlemedi. Gözlerime giren uykular çıkmaz oldu. Ve sonuç olarak bir hasta yatağında ömür geçiriyorum.

Her gün aynı yerden başlarken hayatıma bir salı günü olduğum yerde kaldım. Yıllardır her sabah aynı şeyleri yapmanın verdiği bıkkınlığı o an gördüm. Karşımda bir silüet olarak. Korkutucuydu. Elimi yüzümü yıkasam da geçmedi. Abdest aldım yine geçmedi. Nasıl olur yıllardır yaşayıp da bir arpa boyu yol katedememek? Bunu yapabilmek bir başarı ise şayet ben altın madalya alabilirdim. Bu şey düşündükçe öyle korkutucu geldi ki bana. Portmantodaki aynaya yansıyan görüntümden iğrendim. Bir irinmişim gibi baktım kendime. Saatlerimi harcadığım uykunun ömrümün neredeyse yüzde kırkına eşit olduğunu hesapladım kafamda. Korkunç bir oran. Neden insanlar sabahın doğuşundan önce güne başlıyorlardı ya da gecenin bir vakti evlerin bazılarında loş ışıklar mahalleyi şenliyordu ve bir bayram havası doluşuyordu mahalleye ama bunu fark edebilmek bile çok zordu çünkü bir statü gerekiyordu, büyük bir statü. O saatte kalkmış olmak, hiç yatmamak değil. Ne korkunç bir şeydi bu şey, aman Allah'ım!

Doğruca yolu tuttum ve nereden geldiğini bilmediğim o yöntemi uygulamaya karar verdim. Kulağa fena gelmiyordu. Uyku ihtiyacının olmaması insana çok yararlı olurdu. En azından... En azından zaman bereketlenirdi. Yapılacak iş sayısı artar, görüşülecek insan sayısı artar ve en önemlisi zaman artardı. İnsanın bir şeyleri umması ne güzel şey diyerek bu işin sonuna kadar gidecektim. Üstelik bu uygulama öyle yaygınlaşmıştı ki. O herkesten biri de ben olacaktım. Sabahları işe geç kalmayacak, akşamları erken yatacağım diye akşam planlarından geri durmayacaktım. Daha ne olabilirdi? Böyle diyerek uzandım ameliyat masasına. Gerekli işlemler yapıldı. Detayına vakıf değilim, orası beni pek ilgilenmiyordu açıkçası. Son kez uyuyacağımı bilerek gözlerimi kapattım. Tarifi eşsiz bir duyguydu bu.

Dünyanın sonuna doğduğumu hissettim. Bir sonraki uyuyuşum benim sonum olacaktı bunu bilerek dikeldim. Bu beni biraz telaşlandırsa da çok umursamamaya çalıştım. Bundan sonra kalan ömrümün nasıl geçeceğini düşmeden, buna kafa yormadan yaşayacaktım, bunu şiar edindim. Ne tehlikeliymiş böylesi, sonradan anlayacaktım.

Geceleri o mahallenin havasını tadacaktım. En çok merak ettiğim şey de buydu. Hasta yatağımda başımın ağrısı biraz dinmişken televizyonu açtım. Ekranda saçları gözyaşıyla yüzüne yapışmış bir kız çocuğu vardı. Gıpgri bir şehrin ortasında bedeni ala boyanmış insanların ortasında oturmuş öylece ağlıyordu. Ekranda zulmü içerir bir altyazı geçiyordu. İnsanların ağlamaları birbirinden ayırt edilmiyordu. O kız çocuğunun diline pelesenk olmuş bir kelimeyle akıtıyordu yaşlarını. O günün gecesinden bir görüntü geliyordu bu kez ekrana. Geceden başlayan darbenin devamıydı bu yaşlar. İnsanların geceleri gecelerinin içine girmiş, sabahları ise geceden farksız karanlıktaydı.

Dünya bana dar geldi. Zaman bana dar geldi. O an ben genişledim, şiştim, şiştim, içime dünyayı sığdırdım, zaman patladı. Ve ben ömrümü bu yatakta geçireceğimi anladım. Uyuyana dek.