Sabahın güneşsizine uyandım, yaşamın umutsuzuna doğduğum gibi. Penceresiz hücrenin havasızlığı ciğerlerime doldu, hayatsız bir ömrün cesedi damarlarımda dolaştığı gibi. Ayaklarımı zorla sürüdüm, öylesine atan kalbim gibi. Buradaki insanlar bir saat gibi yaşamaya alışmışız on yıllardır. Tik tak tik tak. Değişme, durma, geri kalma şansı olmayan bir saat. Sorsan bu sürüklenmeye neden razısınız diye, ölmemek için deriz. Yaşamayan insanların ölmemek için sürünmeye razı olması kadar saçma, akılsız, ruhsuz bir iş olamaz.
Doğduğumuz ülkede azınlık olmuşuz. Yani fazlalık. Yani istenmeyen. Yani ezilmesi gereken. Yok sayılan, kullanılan ve atılan. Doğduğumuz gün kaydımız tutulur ve devlet bizi gözlemeye başlar. Gideceğimiz okul, alışveriş yapacağımız pazar, giyeceğimiz kıyafetler, hangi yaşta ne görevi yapacağımız bellidir. Bulunduğumuz küçük ilçeden başka yere gitmemiz yasaktır. Evlerimiz penceresiz, çatısız, tek odalardan oluşur. Ortaokulu bitiren ilçenin çıkışındaki fabrikada çalışmaya başlar, ölene kadar. Sabah gün doğmadan işe gidilir, yarım saatlik öğle paydosu dışında hiç durmadan akşama kadar çalışılır. Haftanın yedi günü. Yapabildiğimiz en güzel aktivite uyumaktır. Uyumak ve böyle bir hayat içinde nefes aldığını unutmak. Tabii rüyanda fabrika müdürlerini, kapıya dayanan vergi memurlarını, sokakta zorbalayan polisleri görmezsen. Birbirimizin evlerine misafir olmamız, sokakta ya da iş yerinde durup birbirimizle muhabbet etmemiz yasaktır. İçimizden evlenecek olanlara da devlet karar verir, istediğini istediğiyle evlendirir, evlenenlerin izinsiz çocuklarının olmasına müsaade edilmez.
Ben de ortaokul biter bitmez fabrikaya başladım. Önce çok zor geldi. Bu ülkeden kaçma hayalleri kurardım fakat kaçmayı deneyenlerin hepsi aynı hazin sonu yaşadılar. Kaçmaya çalıştıkları gecenin sabahımda evlerinin önünde cesetleri bulundu. Kaçamayacağımı bildiğimden alıştım. Güneşsiz sabahlara uyanmaya, iki lokma ekmek ve yağ ile kahvaltı ettikten sonra ayaklarımı sürüyerek fabrikaya yürümeye, öğle yemeğinde iki dilim ekmekle çorba içtikten sonra gürültülü makinelerin başında akşama kadar çalışıp akşam yine ayaklarımı sürüyerek eve gitmeye, akşam yemeğini yiyip odadaki köşeme geçip uyumaya alıştım. Alışmak istemeyip isyan çıkarmaya çalışan gençler olurdu bazen, en ufak bir isyan kırıntısı gösteren demir coplarla dayak yer, ölmezse dayaktan sonra alışmak zorunda kalır.
Öğle yemeğimi bitirip işimin başına döndüğüm bir gün amirlerimizden iki kişinin konuşmalarını duydum. Bizim hakkımızda konuşuyorlardı. Oradaki kolonun arkasına gizlenip onları dinledim. Patronlarımız şehre daha büyük bir fabrika kuracaklarmış. Fabrikaya yeni işçiler bulmak yerine orada da bizi çalıştıracaklarmış. Fakat buradaki fabrika da işlemeye devam edecekmiş. Amirlerden dinleyen anlatana sordu nasıl olacak o iş? Evet nasıl olacaktı o iş? Biz zaten bütün gün bu fabrikada çalışıyoruz. Anlatan amir cevapladı patronlarımızdan Doktor Lei ve arkadaşlarından oluşan bir ekip bu böcekleri ameliyat edip uyuma özelliklerini devre dışı bırakacaklarmış. Böylece gündüz burada gece de yeni fabrikada çalışacaklarmış. Ameliyat edilecek böcekler biz oluyorduk. Diğer işçiler de işlerine dönmeye başlayınca amirler konuşmalarını bitirip bize zebanilik etmeye geçtiler.
Gün boyu bize ne yapacaklarını düşündüm. Bize ait tek aktivitemiz olan uykuyu da elimizden alacaklar. Bu mümkün mü? Eve gidince duyduklarımı bir kâğıda yazıp mektubumu bir soruyla bitirdim: ameliyatla uykumuzu alabilir mi? Bu kâğıdı anneme verdim ve pazar gittiğinde ilkokul öğretmenimiz Abdullah Bey’in eşine gizlice vermesini söyledim. Zira açık bir şekilde verse bekçiler görüp alırlar.
Annem bekçilere göstermeden mektubu ulaştırmayı başarmıştı. Cevap için bir gece daha bekleyeceğim. Yarın pazarda Abdullah öğretmenin eşi cevabı anneme verir. Sabah yine gün doğmadan uyandım. Annemin getirdiği yağ ve ekmekle kahvaltımızı yapınca babamla birlikte işe gittik. Gün boyu aklım alacağım cevaptaydı. Öğle yemeği arasında siyah bir minibüsle iki adam geldi. İçimizden on kişinin isimlerini söylediler. Saydıkları on kişi gelince onları alıp götürdüler. Nereye gittiklerini kimse bilmiyordu. Sorma hakkımız da yoktu. Ama ben biliyordum. Ameliyat için götürüldüler.
Akşam Abdullah öğretmenin cevabı gelmişti. Beynin uykuyla alâkalı kısımlarına bazı müdahalelerle bunu yapabilirler yazmıştı. Demek gerçekten uykumuzu da elimizden alacaklardı. Bizi zaten robot gibi çalıştırıyorlardı, şimdi tam birer robot yapacaklardı.
Üç gün sonra yine siyah minibüs geldi. Aynı iki adam geldi ve on kişi daha çağırdılar. Bu sefer on kişinin içinde babam da vardı. Adamlardan birinin yanına yaklaşıp nereye götürdüklerini sordum. Adam cevap vermedi sadece amirlerimizden birine baktı ve amir demir copunu enseme geçirdi. Yere düştüm. Adamlar çekip gittiler. Ertesi gün ilk giden on kişi aramıza dönmüşlerdi. Kafaları sargılıydı. Konuşmamız yasak olduğu için soramadık ama hepimiz merakla onlara bakıyorduk. Onların da gözlerinden belliydi bize anlatmak istiyorlardı fakat amirler göz açtırmıyordu.
Üç gün sonra yine siyah minibüs yine iki adam. Çağrılan isimlerden biri bendim. Uykumu kaybetmek istemiyordum. Ama kaybedecektim. Başka şansım yoktu. Minibüsün siyah filmli camlarından dışarıyı görmeye çalıştım. İlk defa ilçeden başka yerler görüyordum. Büyük büyük binalar, çiçekli ağaçlar uzun uzun yollar, iyi giyimli insanlar vardı pencerenin ardında. Lacivert camlarla kaplı, büyük bir hastanenin önünde indik. Adamlardan biri önümüze diğeri arkamıza geçti. Biz alışkanlık olarak tek sıra hâlinde dizilip önümüzdeki adamı takip ettik. İkişer kişilik odalara yerleştirdiler bizi. Birer tane uzun mavi gömlek verdiler. Üstümüzü tamamen çıkarıp o gömlekleri giymemizi istediler. Beş dakika sonra hemşireler eşliğinde yine ikişer kişi olarak kocaman ameliyathanelere alındık.
Uyandığımda başım müthiş ağrıyordu. Aynı odada kaldığım arkadaş Abdurrahman da baş ağrısına dayanamadığı için inliyordu. Hemşire geldi. Tansiyonumuzu nabzımızı ölçtü. Serum taktı ve çıktı. Serum etki edince ağrımız dindi. Gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden başladı. Uyuyup ağrıyı unutmak istedim fakat uyuyamadım. Artık hiç uyumayacağımızı şimdi daha iyi anladım. Abdurrahman, bize ne yaptılar deyip duruyordu. Başımızda amirler olmadığına göre konuşmamızda bir sakınca olmadığını düşündüm ve ona bütün duyduklarımı anlattım. Duydukları karşısında dehşete düşen Abdurrahman, başını duvarlara vurmaya yeltendi. Yatağımdan fırlayıp zor tuttum. Kafasını duvara vurarak patlatmak ve bu hayattan kurtulmak istediğini söyledi. Bunun doğru bir hareket olmadığını, öğretmenimizin bize anlattıklarını, ne olursa olsun ölüm bize gelene kadar yaşamak zorunda olduğumuzu söyledim. Abdurrahman durdu. Bana sarıldı ve ağlamaya başladı. Ben de ağladım. Ağlamak, kaybettiğimizi geri getirmedi.
Üç gün hastanede kaldık. Sabah öğle akşam hayatımızda yemediğimiz yemekler yedik. Mesela kahvaltıda yumurta haşlaması, öğlen tavuk eti, akşam brokoli yedik. Dördüncü gün bizi yine siyah minibüse bindirip ilçeye götürdüler. Hepimizi evlerimizin önüne bıraktılar. Eve girince annem sarıldı ve ağlamaya başladı. Ağla anam ağla. Başka yapacağın bir şey yok. Yakında bizi hiç göremeyeceksin. Ağla yalnızlığımıza, çaresizliğimize, ezilmişliğimize…
Üç ay sonra ameliyat olmayan bir fabrika çalışanı kalmadı. Artık geceleri uyumuyorduk. Evlerimizde, karanlıklarda oturup sabah olmasını bekliyorduk. Hiç sabahı olmayan ömrümün gecelerini düşünerek geçirmekten kafayı yiyecek oluyordum. Bazen içimde bir saldırganlık hissediyordum. Her yeri dağıtmak, birilerine saldırmak. Kendime oyalanacak bir şeyler bulmak istiyordum. Bir gece sökük kıyafetlerimizi dikiyor, diğer gece musluk tamiri yapıyor, başka bir gece ilk okul defterlerime yazılar yazıyordum.
Ve bir gün, o gün geldi. İş çıkışı eve gideceğimiz saat geldiğinde fabrikanın önüne gelen beş otobüse bizi bindirdiler. Işıklı yollardan geçerek yine şehre geldik. Kocaman yeni fabrikanın önünde durduk. Hepimizi fabrikanın yemekhanesinde topladılar. Görevlerimizi anlattılar ve bundan sonra sabahlara kadar burada akşamlara kadar da diğer fabrikada çalışacağımızı söylediler. Robot olmanın vakti gelmişti. Sabah yarım saat kahvaltı öğlen yarım saat öğle yemeği ve akşam bir saat akşam yemeği molasından başka dinlenme vaktimiz yoktu. Haftada bir gün akşam yemeği molasına dahil olmak üzere banyo şansımız vardı. Bir öğle yemeği arasında yemekhanenin camından annemi gördüm elinde bir sefer tasıyla melül melül bakıyordu. Babam ya da beni görme ümidiyle gelmişti. Tam ayağa kalkıp yanına gitmek istemiştim ki bir amirin annemi itekleyerek gönderdiğini gördüm.
Altı ay geldi geçti. Aramızda çok yaşlı olanlardan bu tempoya dayanamayıp ölenler oldu. Gençler olarak biz dayanıyorduk ama yaşlılar iyice güçsüz düşmüştü. Babam da. Onu öyle görmek beni öldürüyordu. Zaten ölü olan beni. Gözüm hep babamdaydı. Elleri titreyerek yemek yiyordu artık. Kaşığını bile tutamıyordu. Öleceği yakındı biliyordum. Ölürken yanında olmak için onu gözlüyordum. Fakat yine de olamadım. Mesai saatinde onu görmediğim kendi bölümündeyken yığılıp kalmış. Akşam yemeğinde göremeyince yanında çalışanlardan birine sorunca öğrendim.
İşte ne olduysa o zaman oldu. Babamın öldüğünü öğrendiğimde bir amir yanıma gelip haberi aldığım kişiden beni uzaklaştırmaya çalıştı. Kendimi kaybettim. Ya da kendimi buldum. İlk defa. Tüm hücrelerim adama saldırmaya hazırdı. Köşede duran balyozu kaptığım gibi amirin kafasına geçirdim. Sonra üzerime gelen diğer amire de saldırdım. Beni öyle gören Abdurrahman da başka bir balyozu alıp bana yardım etmeye başladı. Sonra diğer arkadaşlar da ayaklandılar. Öldürdüğümüz amirlerin silahlarını alıp diğerlerine saldırdık. Sonra çıkıp ilçeye gittik. İlçedeki bekçileri öldürdük. Onların da silahlarını aldık. Sonra polisler geldi, onlara da saldırdık. Her saldırımız başarıyla sonuçlandı. İlçeyi korumaya aldık. Artık boyun eğmek yoktu.
Ertesi sabah çocukluğumdan beri göremediğim güneşin doğuşunu ilk defa gördüm. Arkadaşlarla ilçenin meydanında oturuyorduk. Kadınlar bize kahvaltı getirdiler. O sırada tepemizde uçaklar dolanmaya başladı. Çok geçmeden bombalar yağdı üzerimize. Güneşimiz söndü, sesimiz kısıldı, bedenlerimiz yok oldu, ruhumuz yükseldi. Tutsaklık son buldu.