Köyün adı Kuyucak’tı. Ne fazla büyük, ne de fazla sessiz bir yerdi. Herkes birbirini tanır, gündüzleri tarlalarda ter döker, akşamları aynı sofrada gülerdi. Ama Kuyucak’ta herkesin bildiği bir gerçek vardı: Eğer bir iş gecikiyorsa, bir teslimat erteleniyorsa, bilin ki işin içinde Hüseyin ve onun eşeği Şeker vardır.
Şeker, beyazla gri arasında bir renge sahipti. Kulağının biri hafifçe düşerdi; Hüseyin “Karizma işte!” derdi ama herkes bunun bir yaş arızası olduğunu bilirdi. Şeker, köydeki hiçbir eşeğe benzemezdi. Ne sırtında yük taşımayı severdi, ne de koşmayı. Ama çikolata gördü mü… işte o zaman gözleri parlar, burnunu sallar, bazen küçük bir anırma eşliğinde bile kuyruğunu oynatırdı.
Hüseyin de bunu bilirdi. O yüzden, Şeker’i ikna etmenin tek yolu çikolataydı.
Bayram sabahıydı. Kuyucak’ın çocukları şeker toplamaya çıkmıştı. Büyükler ise bayram kahvaltılarını hazırlamış, eski hikâyeleri taze kahkahalarla süslemeye başlamıştı. Hüseyin’in ise önemli bir işi vardı: Komşu köye, Halil Emmi’nin sipariş ettiği özel bayram çikolatalarını ulaştırmak.
Elindeki sepet doluydu. Naneli, fındıklı, sütlü… İstanbul’dan gelen en iyi markalardan alınmış, paraya kıyılmıştı. “Aman dikkat et, erimesin,” demişti Halil Emmi. Ama Hüseyin’in sorunu başka bir şeydi: Şeker, kapıdan çıkmak istemiyordu.
“Hadi kızım, bu kadar çikolata var. Bak neler neler getirdim. Şu fındıklının kokusu burnuna gelmiyor mu?”
Şeker kıpırdamadı. Sadece hafifçe anırdı, ardından da arka ayakları üzerine çöktü.
“Allah seni bildiği gibi yapsın Şeker. Bu ne inat, bu ne arıza!” diye söylendi Hüseyin.
Bir yandan da köyün çocukları etrafına toplanmış, hem çikolatalara bakıyor hem de eşeğin inadına gülüyorlardı.
“Şeker, çikolata istiyor bence,” dedi çocuklardan biri.
“Ver ona da bir tane, belki yürür,” dedi başka biri.
Hüseyin çaresiz, sepetteki sütlü çikolatayı açtı, Şeker’in önüne tuttu. Şeker önce kokladı, sonra tek hamlede yutuverdi. Kuyruğunu iki kez salladı, bir adım ileri attı.
Köyün meydanı alkışlarla inledi.
Ama yol uzun, Şeker’in sabrı kısaydı. Yolun yarısında yine durdu. Bu sefer göl kenarında, serin rüzgarların estiği yerde. Hüseyin çareyi, Şeker’e yol boyunca küçük küçük çikolata parçaları vermekte buldu. Her 100 metrede bir parça… sanki eşeğe değil de, minik bir çocuğa şekerle masal anlatır gibi ilerliyordu.
Komşu köye varmaları neredeyse ikindi ezanını buldu. Halil Emmi merak içinde bekliyordu.
“Ne oldu size böyle?”
“Şeker’le biraz çikolataya doymamız gerekti,” dedi Hüseyin gülerek.
Şeker ise hiç istifini bozmadı. Hatta Halil Emmi’nin torununun elindeki çikolatalı gofreti görüp bir adım attı.
O gün orada bir karar alındı: Kuyucak’ta hiçbir bayram teslimatı Şeker’siz yapılmayacaktı. Hatta çocuklar, bayram sabahı kapı kapı dolaşmadan önce Şeker’e bir parça çikolata bırakmayı gelenek haline getirdi. Kimi onun kulağına fısıldar gibi konuşur, kimi sırtını okşardı.
Ve ne zaman bir iş gecikse, bir kervan yolda kalsa, herkes aynı şeyi söylerdi:
“Yol uzun, eşek Şeker. Biraz çikolatayla hallolur, sen dert etme.”