Annem tıpkı en son gördüğüm günkü gibi giyinmiş, başımı dizlerinin üstüne almış bana hep söylediği ninniyi söylüyor:
Eşek senin ağzınla
Fırın mı yapayım
Fırınlı dağlar
Sümbüllü bağlar
Ben nerde kalayım oy
Annem gencecik, tıpkı yirmi yıl öncesi gibi. Fakat o da ne? Ben de genceciğim. Neredeyse annemle aynı yaşta.
Uçsuz bucaksız çimenlik. Üstünde rengarenk çiçekler. Âdeta “Sümbüllü bağlar”. Annem kalkıp gitmeye hazırlanıyor. Uzakta bir yeri işaret ediyor. Onun parmağının ucunu takip edince babamı görüyorum. “Baban beni bekliyor kızım.” Arkasını dönüp gidiyor. “Tamam anne git, babamı bekletme.” diyorum. Annem duymuyor. Fakat aklıma yeni bir şey gelmiş gibi bağırarak soruyorum “Peki anne ben nerde kalayım?”
Gözümdeki bir tutam yaşla uyandım. Bugün bayram. Çocuk değilim ama erken
kalktım. Çocukluğumla bayramlaşma zamanım geldi çünkü. Sabah namazını kılıp bir süre güneşin dağların, tepelerin ardından ışıtarak gelmesini seyrettim. Güneş’in varlığını, yaydığı ısıyı,ışığı geçtim onu izlemenin verdiği seyir zevki bile bir şükür sebebiydi. Bayram sabahı bana verilen nimetlerin hangi birine şükredeyim diye dertlendim. Bugün bana verilen sabır nimetine şükretme günüydü. İçimdeki sabır beni bir an bile olsun terk etmiş olsaydı çoktan yolum taşlarla dolmuş, ayağım kaymıştı ve ben bir çukura düşmüştüm. Çok şükür böyle olmadı.
İnsanın ilham aldığı bazı kişiler, yolunu çizmesinde düstur edindiği bazı ilkeler olurdu bu hayatta. Küçükken “Peki bu kişiler yanımızda değilse ne yapacağız?” diye sormuştum kendime. İşte o zaman ilkeleri düstur etmeyi öğrenmiştim. Benim ilkelerim “Vatanı sevmek, bu vatan için yaşamak, gerekirse bu vatan için ölmek.” Tıpkı İstanbul’dan kilometrelerce uzak köy okuluna beraber tayini çıktığında gözlerini kırpmadan her çocuğun ilme olan ihtiyacı aynıdır diyerek yola düşen annem ve babam gibi.
Güneş sokağımda aymadık yer bırakmayana kadar penceremin önünde kaldıktan sonra telefonuma baktım. Bir sürü mesaj gelmişti. Hele de bir tanesi içindeki sevgiyi ses kaydına dökmüş bağırarak “Örtmenim bayramın mübarek olsun.” diyordu. Gülümseyerek tüm mesajları yanıtladım. Telefondan bir aralık başımı kaldırıp nihayet saate bakmayı akıl ettim. Saat yediye geliyordu. Arkadaşım Gizem yarım saate beni almak için kapımda olurdu. Abdest alıp güzelce hazırlandım. Yirmi yıldır nereye gitsem yanımda taşıdığım yeşil şalımı boynuma doladım. Annemden bana kalan raflarca kitap ve bu yeşil şaldı. Gizem gerçekten yarım saat sonra kapımdaydı. İçimdeki buruk sevinci de yanıma alıp kapıya koştum. Sonra aynı hızla geri koşup ekilecek çiçekleri aldım. Onları unutamazdım.
Gizem’le bayramlaşıp arabaya geçtik. Bana eşlik ettiği için ne kadar mutlu olduğumu farklı kelimelerde anlatmaya çalıştım. Daha fazla mahcup olmama gönlü el verdiği için radyoyu açtı. Bir süre bayram sevincinin ülkenin dört bir yanında yaşanmasına ilişkin haberler kulağımızı doldurdu. Ardından araba iki kez tekleyip üçüncüde durdu. Radyonun gürültülü sessizliği yerini bakışmaların bağırışlarına bıraktı. Hayır olamazdı. Araba şimdi bozulamazdı. Mezarlığa varmamıza çok vardı. Benzin mi bitti akü mü bozuk diye anlam veremeyerek arabadan indik. Bir süre kaputu inceledik fakat arızanın neden çıktığını anlayamadık. Yol da pek işlek olmadığından yardım edecek kimseyi de bulamadık. Tek çaremiz bir tamirci aramaktı. Yarım saat kırk dakika sonra aradığımız tamirci geldi ve arabayı incelemeye başladı. Bir süre baktıktan sonra arızanın yolda giderilemeyeceğini, arabayı tamirhaneye götürmek gerektiğini söyledi. Gizem, şimdi mahcup olma sırası ondaymış gibi bakarak yanıma yaklaştı. Ona, çıkan arızanın kontrol edebileceğimiz bir şey olmadığını söyleyip teselliler verdim. En sonunda bir taksi çağırmaya karar kıldık. Bir saatin sonunda Gizem arabasını çeken çekiciyle tamirhanenin, ben de gelen taksiyle şehit mezarlığının yolunu tuttum.
Mezarlığın girişine kadar kalbimde büyük bir heyecanla hızlı hızlı yürüdüm. Demir kapıyı aralarken aniden yavaşladım ve içime bir anda buluşmanın ağırlığı çöktü. İstanbul bugün günlük güneşlikti ve hafif, ılık bir rüzgâr saçlarıma dokunup geçiyordu. Yeşil şalı boynumdan alıp başıma doladım ve al bayrağın her mezarın başında dalgalandığı şehit mezarlığında annemin ve babamın yattığı yere doğru ağır ağır yürüdüm.
Bir süre öylece oturdum iki mezarın arasında. Ardından Kuran’ımı çantamdan çıkartıp okumaya başladım. Hiç beklemediğim anda gözlerimden yaşlar akmaya başladı. İnsanlar ağlamadan önce ağlayacağını anlamaz mıydı? Gözlerim benden habersiz ağlamaya başlamıştı işte. Surenin son ayetini de okuyup başımı kaldırdım. Gözyaşlarımla ıslanmış sayfayı mukaddes cümlelerin arasında bırakıp Kuran’ı kapattım.
Annem ve babam tıpkı karşımdaymış gibi mezar taşlarına baktım. Ardından aklıma o ayet geldi. Onlar zaten ölmemişti. Ellerimdeki çiçekleri bir bir diktim kuru toprağın üstüne. Annemle ve babamla sessizce bayramlaştım. Hatırladığım tek tük güzel anıyı yâd ettim usulca. Ardından Doğu’nun yakıcı sıcağının içimi üşüten anısı hafızamda belirdi.
Annem ve babamla bayram için memlekete gidiyoruz. En güzel elbiselerimi giymişim arka koltukta yolun bitmesini sabırla bekliyorum. Babam arabayı sürüyor annem de ön koltukta. Radyoda ismini bilemediğim ama çok eğlenceli bir türkü çalıyor. Annem ve babam da türküye eşlik ediyor, kulaklarım o türküyle doluyor. “Anne hadi biraz da benim ninnimi aç.” Babam soruyor:”Neymiş benim kızımın ninnisi?” “Eşekli ninni işte baba. Seni eşşek senii diyecek annem sonunda.” Annem ve babam gülmeye başlıyor. Annem akşam uyurken söyleyeceğine söz veriyor. “Tamam ama unutma anne söz mü?” Annem en sevdiğim kahverengi paketli çikolatayı çıkartıp veriyor. Sevincimden çığlıklar atıyorum. Bu çikolatayı her öğün tüketecek kadar çok seviyorum. Tabi o zaman öyleydi. Şimdi bu çikolatadan arasam da bulamıyorum. Merakla yolun bitmesini beklerken arabamız bir anda duruyor. Ne olduğunu anlamak için öne bakıyorum. Arabamız bozulmuş. Babam çıkıp kaputa bakıyor, sorunu anlayamıyor. Annem de yardım için arabadan çıkıyor. “Hayır çıkmayın, durun!” Sonra bir tarafı kayalık bir tarafı uçurum olan yolda annem ve babam kara kara düşünüyor, birilerini arıyor. Annem bir ara “Çok kalamayız burada, biliyorsun tehlikeli yerler.” diyor. Tehlikenin ne olduğunu anlayamıyorum ama içim çok huzursuz. Annemi ve babamı daha da üzmemek için ağlamıyorum, sessizce oturuyorum. Sonra o siyah araba hızla yaklaşıyor, arabanın arka camından sivri bir alet doğrultuluyor, büyük bir ses kulaklarımı çınlatıyor. Ardından yine aynı ses, yine aynı, yine… araba gidiyor. Annem ve babam yerde. Kemerimi çözemiyorum, arabadan çıkamıyorum. Ağlıyorum, bağırıyorum “Kimse yok mu!” Yardım arıyorum. Çığlık atıyorum ve en sonunda nefesimi kontrol edemiyorum, bayılıyorum.
“Abla çikolata ister misin?” Bu da neydi. Bir elimi topraktan diğerini çiçekten bir anda çektim. Neredeyse beş dakikadır aynı şekilde durduğumu fark ettim. Gözlerimi silip yanıma yaklaşan çocuğa baktım. “Abla çikolata ister misin?” Bana çikolata vermek istemiş. Elindeki çikolatayı görünce gözlerime inanamadım. Annemin hep verdiği, bayıla bayıla yediğim çikolata. “Evet,isterim. Nereden buldun bu çikolatayı?” Annesinin verdiğini, nereden aldıklarını bilmediğini söyledi. Ama en sevdiği çikolata buymuş. Biraz sohbet ettik ve annesinin sesiyle ilerideki bir mezara doğru ilerledi. Giderken dönüp el sallamayı ihmal etmedi. Bütün şaşkınlığımla elimdeki çikolataya sonra altı bilemedin yedi yaşlarındaki oğlan çocuğuna baktım. Bütün şehit çocukları aynı çikolatayı mı yiyor yani?
Çikolatayı iştahla yiyip kalan çiçekleri diktim. Mezar taşlarını su ve bezle iyice sildim. Annem ve babamla her bayram böyle bayramlaşırdım. Bütün sessizliğimle veda edip gidecekken büyük bir gürültü oldu: “Hay aksi araba arıza yapacak zamanı buldu.” Sesin geldiği yöne baktım. Arızalanan arabadan on, on beş kişi ellerinde çiçeklerle bana doğru yaklaştı. “Selamlar, siz Aybüke ve Necmettin öğretmenin kızı mısınız?” Evet benim, dedim. Merakla önümde uzun boylu, benden yaşça büyük genç adamın açıklama yapmasını bekledim. “Bizler Aybüke ve Necmettin öğretmenin şehit edilmeden önce okuttuğu öğrencileriz. Kaç bayramdır sizinle burada belki karşılaşırız umuduyla geldik ama yetişemedik. Bu bayrama kısmetmiş. Onları hiç unutmadık, bizim için verdikleri emek ve yaşattıkları değerler paha biçilemez. Onların bize bıraktığı mumu alıp dev bir ateşe dönüştürmek için yılmadık, çalıştık o yıkık dökük okullarda ilim irfan için çabaladık. Acınızın dün gibi taze olduğunu biliyorum. Sizin karşınızda anneniz ve babanızın nasıl bir ışık yaktığını görmeniz için dimdik duruyoruz. İzin verin ellerimizdeki çiçekleri öğretmenlerimize sunalım.”
Gözyaşlarımı konuşmanın yarısında bırakmaya başlamıştım. Metin abi ve arkadaşlarıyla tanıştım ve onlardan babam ve annemin güzel anılarını dinledim. O günden sonra da onlarla bağlarımı hiç koparmadım.
Ve yaşadığım müddetçe ağzımda kahverengi paketli çikolatanın tadı, kulağımda eşekli ninniyle anne ve babamın yaktığı ışığı daha da parlatmak için çalışacağıma söz verdim.