Çığlığın Sessizliği

Dilber Yeliz Yılmaz

Hakan, fabrikada çikolata makinesinin düğmesine bastığında bir gariplik sezdi. Makine, bir anda durakladı. Ekrandaki ışıklar nereye kaybolmuştu? Çıkması gereken seslere ne olmuştu? Anormal bir sessizlikti bu. Hakan, başını hafifçe kaldırıp etrafına göz attı. Her şey yerli yerinde, herkes işinin başında, makineler tıkırındaydı. Ama bir şey eksikti belli ki.

Hakan, makinenin ekranına sorunu çözmek istercesine bakmaya devam etti. Elleri zangır zangır titriyordu, keskin hatlara sahip yüzü kireç gibi olmuştu. Boğazı kupkuru oldu. Gözlerini bir an yumdu, derin derin nefes aldı. Ne yapıyordu? Şu an ne oluyordu? Makine tamir etmek, onun her gün yaptığı bir şeydi. İçinde büyük bir boşluk belirdi, dolup taşmayan türdendi. Hakan, birkaç adım geri gitti. Tekrar denemek için makineye doğru yeltendiğinde zihninde başka bir fikir belirdi. Çikolatanın kokusu… O kadar yoğun, o kadar boğucu ve rahatsız ediciydi ki. Başka bir şey vardı, sanki koku Hakan’ın içindeki bir arıza ile el ele vermişti. Gözünün önüne gelen belli belirsiz kahverengi eşek… Bir bağlantı vardı ama neydi?

Çikolatanın kokusu gittikçe nefesini daraltıyordu, bir terslik vardı. Ellerini cebine soktu, başını hafifçe eğdi. Gözü daldı. Eşek ifadesi zihninde şimşek gibi çaktı. İçinde bir şeyler kıpırdadı. Hakan, zamanın içindeki eksik parçaları ve göremediği yerleri anımsamaya çalıştı. Hafızası bulanık bir sudan farksızdı. “Düşündükçe kendimden mi uzaklaşıyorum?” dedi. Fabrikanın çıkışına yöneldi. Hüzünlü bakan gözlerini ve tedirgin bakışlarını göğe çevirdi. Çikolata ile eşek şimdi birbirine çok yakındı. Bu his nasıl tarif edilir bilmiyordu. Bazı anlarda kelimeler kifayetsiz kalırdı ya o an bu andı. Artık Hakan’ın zihni de bu arızadan payına düşeni almıştı.

Hakan’ın zihninde, tozlu bir patikanın kıyısında duran bir eşek silüeti belirdi. Mardin’in sarımtırak gün ışığında parlayan yular, yorgun ve masmavi bakan bir adamın elindeydi. Yanında bir çocuk çikolata yiyordu. Ama o çikolatanın tadı… Paketten sızan o koku, yıllar sonra fabrikada burnuna dolan kokuya tıpatıp benziyordu. Çocuğun toprak kahvesi gözlerinde, eşeğin donuk bakışlarında bir şey aramış, bulamamıştı. O gün bir şey olmuştu ama ne? Hatırlayamıyor gibiydi. Yalnızca çikolatanın tadı bozuktu. Eşek yokuş aşağı koşturmuştu, ardından bir çığlık gelmişti. Ya da yalnızca zihni böyle bir ses uyduruyordu. Zaman, hafızasında bir arıza gibi çatlayarak ilerliyordu. Hakan, zihnini kurcalayan bu sahnelerin ne kadarının gerçek ne kadarının zihin uydurması olduğunu kestiremiyordu. Ama kesin olan bir şey vardı: O gün, o çikolata ve o eşek bir arızaya işaret ediyordu. Makineyi onaramıyor oluşu sadece bir teknik arıza değildi.. Yıllar önce bastırılmış bir anı, bugünün devrelerini bozuyordu. Bu arıza, Hakan’ın çocukluğu ve bugünü arasında sıkışıp kalmıştı.

Hakan, daha fazla dayanamadı ve işten izin alıp kendini sokağa attı. Fabrikanın yakınında bulduğu ilk banka oturdu. İnsanlar, kediler, köpekler önünden geçiyordu. Bir Allah’ın kulu da yanına gelip oturmadı. Bir kedi bile yanaşmadı. “Biri olsa, beni anlamasını geçtim en azından benimle sussa.” diyerek iç çekti. Kimse dönüp bakmadı. Banka gidip oturduğunda niyeti yalnız kalmaktı ama şimdi bu kadarı da ona fazla gelmişti. Hangi insan bu kadar yalnız hissetmeyi hak ederdi? “Kuş uçmaz kervan geçmez bir yer miyim ben?” dedi. Saatler birbirini kovaladı, yalnızlığı da zaman geçtikçe şiddetlendi. Karanlık iyice çöktü. Bir iki saate gece vardiyası başlayacaktı. Eli yüzü soğuktan buz kesmişti. Kemiklerine batan yalnızlık daha çok üşütmüştü onu. Kendi kendine söylendi. “Eee Hakan efendi, demek ki bu sefer asıl arıza kendinde, çöz çözebilirsen.”

Hakan’ın bir anda boğazı düğümlendi, yutkunamadı. Su içmek beyhude idi. Hıçkırarak ağlamaya başladı, ağladıkça da hatırlamaya. Gözyaşları gözlerinden yanaklarına hücum ederken küçüklüğüne ait o silik görüntüler usul usul netleşiyor ve renkleniyordu. O adam babasıydı. Adam bir elinde eşeğin yularını, bir elinde bayatlamış bir çikolatayı tutuyordu. Hakan, çocuk hâliyle o çikolatayı ısırırken burun kıvırmış ama susmuştu. Babası günlerdir açtı ama Hakan’ın ağzına o çikolatayı tıkıştırmıştı. Bir tür telafi miydi bu? O an eşek sebepsizce irkilip yokuş aşağı koşmuştu. Ardından bir çığlık duyulmuştu. Kadın sesi. Annesi miydi? Hatırlamıyordu. O gün birine bir şey olmuştu, biri susmuştu, biri gözyaşı dökmüştü ama kim, nasıl, neden? Hakan bilmiyordu. Bildiği tek şey, o gün çikolatanın tadının sonsuza kadar değiştiğiydi. Makine her çalıştığında çikolata kokusu yeniden ortaya çıkıyordu. Sessizce içinde büyüttüğü suçluluğunu makine her çalıştığında farkında olmadan bastırıyordu. Ama bugün… bugün makine durdu. Hakan içindekileri de artık daha fazla bastıramadı. Bu kez tamir edemiyordu, çünkü asıl arıza içerideydi.

Eve gidip bugün düşünüp durmaktan kılamadığı namazları kılmak istedi. Banktan usulca kalktı, gözyaşlarını sildi, evine gidecekti. “Beni böyle kimse görmemeli, topa tutarlar maazallah.” dedi. Bisikletini park ettiği yerden almak için yöneldi, neyse ki bisikleti yakınındaydı. Kimseyle muhatap olmadan evine hızlıca gidebilirdi. Tam o sırada, fabrikadan gelen tiz bir ses yankılandı. Bu ses… Yıllar önce duyduğu çığlıkla aynı titreşimdeydi sanki. Koşar adımlarla fabrikaya yöneldi. Kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Ses, Hakan’ın çalışırken genelde bulunduğu bir noktadan geliyordu.

Çığlığın duyulduğu an aynı zamanda fabrikanın makine sistemlerinde voltaj dalgalanması yaşanıyordu. Işıkların gidip gelmesi çalışan herkesi panikletmişti, herkesin dikkati dağılmıştı. Makineler sırayla alarm veriyordu. Hakan, fabrikanın içine adımını attığında, gözleri tanıdık olmayan bir gölgeye takıldı. Konveyör bandın ucunda küçük bir kız çocuğu vardı. Dizlerinin üzerinde, çikolataya bulanmış elleriyle banda eğilmişti. Sanki bandın üzerindeki parlak bir nesneyi almak ister gibiydi. Bant, voltajla yeniden çalışmaya başlarsa çocuk zarar görebilirdi! Hakan, çocuğa doğru bir anda atıldı. Bant bir kez daha sarsılarak çalıştığında Hakan çoktan kızın bedenini kavramış ve onu, oyuncağıyla beraber kendine doğru çekmişti. Makineler normale döndü. Fark etti ki kızın uzandığı nesne; simli ve büyük gözleri olan kahverengi peluş bir eşekten başkası değildi. Hakan, eşeği gördüğünde tüyleri diken diken oldu. Zaman bir anlığına yeniden geri sarıldı.

Tozlu bir Mardin sabahı…Koşan kahverengi bir eşek…Ve arkasından gelen o çığlık. Ama bu defa eşeğin gözlerinde ölüm yoktu. Bu defa, bir çocuk eşeği onunla yaşamak için tutuyordu. Bir hayat, bir kalp, belki de kendi ruhuydu kollarının arasındaki küçük beden. Hakan, o an yalnızca bir çocuğu değil içinde yıllardır sıkışmış bir çığlığı da kurtarmış gibiydi.

Küçük kız, korkudan tir tir titriyordu. Hakan, kızın göz hizasına eğildi. Onunla göz göze geldiğinde kendi çocukluğunu gördü: Korkmuş, susmuş, unutulmuş. Kızcağız Hakan’a sımsıkı sarıldı. “Korkma ben buradayım, bak geçti, bir şey yok.” diyerek kızın gözyaşlarını sildi, sırtını sıvazladı. Tam o sırada, arka taraftan biri telaşla koşarak geldi. Adamın üzerindeki iş önlüğü toz içindeydi, alnından terler damlıyordu. Hakan, gelenin ustabaşılardan biri olduğunu hemen anladı. Gelen kişi Ediz ağabeydi. Olayın şokunu atlattığı anda Hakan’a dedi ki:

— Allah senden razı olsun kardeşim… Zeynep, benim ufaklık. Bugün işe gelirken yanıma almıştım. Ofiste beklemesini söyledim ama demek ki sıkıldı, arkamdan gelmiş. Bir anda gözden kayboldu. Fabrikada böyle bir şey… Hâlâ inanamıyorum. Sen olmasan ne olurdu şimdi?

Hakan, yüzüne sıcak bir gülümseme kondurarak Zeynep’e el salladı. Zeynep de ona el salladı. Hakan, yavaşça onlardan uzaklaşırken “Sen benim kahramanımsın ağabey!” diye bağırdı bir ses. Bu Zeynep’ti. Hakan ona dönüp yeniden gülümsedi, sonra fabrikadan ağır adımlarla çıktı. O an Hakan, sadece Zeynep’in hayatını değil, kendi içindeki o çocuğu da kurtardığını anladı. Bu kurtarış, ona kendini bulduran türdendi.

Hakan, bisikletine bindi ve evine kadar sürdü. Eve gelince park etti. Kapıdan girdi ve kendini koltuğa bıraktı. Biraz soluklanmış sonrasında namazlarını kılmıştı. Oturma odasına geldi. Belki iyi gelir diye hava almak için camı açtı. Bir anda zihnindeki tüm taşlar yerine oturdu. O karanlık, yerini bir tür anlayışa bıraktı. Yenilenmenin tam zamanıydı. Hep çalıştığı fabrika ve küçük kızın o çığlığı bugün ona kendi arızasını fark ettirmişti. Kendi içindeki sessiz çığlığı kabullendi. “Omuzlarına bu kadar yük fazla Hakan, affet kendini. Affet ki özgürleş.” diyerek kendini affetti. Suçluluğun yerini tarifsiz bir huzur almıştı. Bayat ve yanık çikolata kokusu, bundan böyle geçmişin bir hatırasıydı; artık arıza değil, bir öğretiydi. Çığlık, çözülmüş bir geçmişin yankısıydı şimdi.

Gözlerini ovuşturarak uyandı. Camı örttükten sonra uyuyakalmış meğer. “Her yerim tutulmuş, yatağımda uyusaydım keşke.” diyerek hayıflandı. Koltuktan doğrulduğunda bir ses, bir yankı çalındı kulağına. Çikolata makinesinin sarsıcı sesi gibi tanıdık ama aynı zamanda yumuşaktı. Bu, yeni bir başlangıcın ezgisiydi. Bu ses, yepyeni bir sayfanın ta kendisiydi.