-Ne demek iki haftadır yemek yemedim? Hım?
Bu sinir, bu stres artık gerçek anlamda evde olduğunun kanıtıydı. İbrahim annesinin bu gergin hallerini özlediğini fark etti.
-Annecim, canım benim, yemedim evet ama sor niye yemedim.
-Niye?
-Senin gibi lezzetli yemekler yapan yoktu oralarda da ondan.
-Kes sesini! İnsan düşünmez mi ben buralarda hastalansam, düşsem kimin eli yetişecek bana diye?
-Anne biraz abartmıyor musun?
-Oğlum sen benimle dalga mı geçiyorsun? İki haftadır yemek yemediğini daha doğrusu yemek yemeyi unuttuğunu söylüyorsun. Yaşaman bile bi’ mucize.
-Yine abarttın anne. İnsanoğlu neredeyse üç ay kadar açlığa dayanabilirmiş.
-Doğru, sen insanoğlu değilsin ki! Sen acıktığını bile hissetmiyorsun!
-Annecim, ben şimdi bu enfes görünen yemeklerini bir güzel yiyeceğim ve sonrasında güzel bir duş alıp dinleneceğim. Şimdilik bu mevzuya bir ara verelim istiyorum. Çünkü gerçekten çok yorgunum.
İbrahim, annesi Halime hanımın yüzündeki her duyguyu okuyabiliyordu: öfke, endişe, korku, üzüntü… Hangi duyguda karar kılacağını bilemeyen annesini bir anda kucakladı. Annesi sanki o anı bekliyormuş gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı:
-Oğlum sen benim tek varlığımsın. Sen istedin diye ben rıza gösterdim gitmene ama her gün, Allah’ın her günü gitmene izin verdiğim için pişman oldum.
İbrahim iki kolunun arasında eriyip giden annesine daha sıkı sarıldı:
-Annem benim, üzülme artık, bak buradayım.
Birkaç dakika anne oğul öylece kaldılar. Annesinin hıçkırıkları artık gözyaşı kusmuyordu. İbrahim yine atıldı:
-Kız boşuna hıçkırıp durma, gözünden yaş gelmiyor ama bak burnunu silmezsen oradan bir akın başlayacak sanki.
İbrahim böyle anlarda şakalara yaslanmayı severdi. Çok parlak bir gülüş olmasa da annesini güldürmeyi başarmıştı. Annesi peçeteye uzanırken İbrahim hemen masaya geçti:
-Güzeller güzeli annem yine döktürmüş. Sen var ya harika bi’ kadınsın. Hani sanat filmlerindeki kadın başroller olur ya, hah işte sen onların türkiş versiyonusun.
-Hadi oradan, yağcılarda inecek var.
-Annem ya, sen de hiçbir şeyi beğenmiyorsun.
-Kendimi beğeniyorum canım, güzel kadınım da işte yaş geçti evladım. İnsan ellili altmışlı yaşlara gelince güzellik algısı değişiyor. Gerçi kırklarda da öyle de şimdiki zaman izin vermiyor bu değişime.
-Şimdiki zaman derken?
-Görmüyor musun oğlum? Elli yaşındaki adamların, kadınların yüzleri robot gibi. Yüzlerinde doğru düzgün ne bir ifade bulabilirsin ne de bir kırışıklık. Unutuyorlar yaşlarının kemale erdiğini, unutmak istiyorlar.
İbrahim sofradakileri sindire sindire yemeye başlamıştı bile. Halime hanım tek bir noktaya sabitlenmiş bakışları ile binlerce hatıraya koşuyordu:
-Ah ah, rahmetli baban benim yüzümdeki kırışıklıkları görünce mutlu olurdu. Her birinde onlarca anımız istirahat ediyor derdi.
Halime hanımı o tatlı hipnozundan çekip çıkaran İbrahim’in öksürmesi oldu.
-Haklısın annecim ama insanlar nasıl mutlu oluyorlarsa öyle yapsınlar bence.
-Olur mu öyle, her şey mutlu olmak için mi yapılırmış? Cefa çekmeden safa olmaz evladım.
-E tamam işte, vuruyorlar parayı sonra da mutlu olmak için harcıyorlar işte.
-Üff aman İbrahim, parayı vuruyorlar işte, alın teriyle kazanmıyorlar. Ne fayda gelir o paradan.
-Biz ara verdiğimiz mevzuya mı dönsek acaba?
-Benim için hava hoş. Hem sen bana demiyor muydun sen bizim ailemizin düşündüreni ben de güldüreniyim, diye. İki laf etmeme tahammül edemiyorsun, aşk olsun.
-Sultanım, biricik annecim. İstersen sen de yemeye başla, belli ki acıkmışsın, sağlıklı düşünemiyorsun.
-Tabii maskaran oldum ben senin.
-Anne yaa of!
-Of deme bana, of deme. Ye önündekileri. İki haftadır zıkkımlanmamışsın zaten, asıl sen sağlıklı düşünemiyorsun.
-Babam kesin cennette. 32 yıl! Dile kolay…
Halime hanım bu son söylenenlere içerlemiş olacak ki masadan kalktı. O kalkınca İbrahim de kalkmaya yeltendi ama omuzlarındaki anne elinin ağırlığıyla yerinden kıpırdayamadı.
-Sen ye yemeğini. Baban cennette evet. Bana katlandığı için değil ama, beni hep mutlu ettiği için.
İbrahim, annesinin gönlünü alacak zamanın şu an olmadığını fark etse de bir iki kelime etme gereği duydu:
-Annecim, ben öyle demek istememiştim.
Halime hanım artık odasına çekilmişti. Yalnız kalan İbrahim hemen sofrayı toplamaya koyuldu. Sofrayı toplarken kafasını da toplamak niyetindeydi. Uzun zaman sonra canından çok sevdiği biriyle konuşmanın heyecanı ile düşünmeden konuşmanın özlemi çatışmıştı. İki haftadır neden yemek yemediğini de düşünmek istiyordu ama öncesinde biraz rahatlamaya ihtiyacı vardı.
İbrahim hemen duşa girdi. Saatlerce duşta kalmak istiyordu. Sanki sular aktıkça içindeki tüm karanlık taraflar aydınlanacaktı ama o bir Anadolu çocuğuydu, israf içini acıtırdı.
Duştan çıkıp aylar önce bıraktığı gibi bulduğu odasına çekildi. Yatağına uzanıp gözünü tavana dikti. Mesleki anlamda gelişmek istemişti sadece ama bu isteği içinde kocaman bir boşluk oluşturmuştu. Aylar önce yurtdışına çıkan İbrahim ile bugün bu yatakta uzanan İbrahim aynı değildi. Staj yaptığı yerdeki herkes çok güler yüzlü insanlar olmasına rağmen İbrahim bu gülen yüzler ardındaki mesafeyi çok net hissediyordu. Bu netlik İbrahim’i donuklaştırmıştı. Sosyal ve güleç İbrahim bu maskeyi takamayacak kadar doğaldı ama aynı zamanda insandı. Mutlaka bir gün uyum sağlayacaktı. Ama sekiz ay boyunca çok istemesine rağmen bu uyumu elde edemedi. Bu yüzden bir haftalığına ofise gelen İtalyan kız Chiara ile adeta güneşi görmüş gibiydi. Ekmek ve su gibi muhtaçtı bu güneşe. Güneş ki her şeyi, herkesi ayrım gözetmeksizin aydınlatıyordu. İbrahim özlediği doğallığa kavuşmuştu ama bu doğallık çok kısa sürmüştü. Amacı ne flört etmek ne de takılmaktı. Sadece bir insanla iletişim kurmak istemişti. Chiara kendiyle birlikte güneşi de götürmüştü.
İbrahim stajının üçüncü ayındaki o bir haftalık aydınlık dilimi hiç unutamamıştı. İklim ve karakterler üzerine düşünmeye başlamış ve belki de maske olarak gördüğü bu şey, bir kültür yahut yerleşmiş bir yaşayış şekliydi. Gerçi memlekette buna profesyonellik derlerdi de… İnsanın içi boşaltılınca profesyonel mi oluyor şimdi? İbrahim böyle böyle düşüncenin köleliğini üstlenmişti.
Son iki hafta neden yemek yemediğini düşünecekti. Artık rahatlamış olması gerekiyordu ama yok. Sürekli düşünen bir insana rahat yok. O hâlde düşünmeye başlayabilirdi. En son ne yemişti: kruvasan. En son ne içmişti: americano. Son iki haftada hava durumu nasıldı: hep yağmurlu. En son kiminle yüz yüze iletişim kurmuştu: barista ile. Bu iletişim miydi, değildi. En son gerçek anlamda kiminle iletişim kurmuştu: Staj belgesini imzalayan müdür ile. A noktası belirlendi. B noktası şu tavan. Peki, arada ne var: depresyon. Evet, hiçbir şey yemedi ama hep kahve içmişti. Sadece yemek videoları izliyordu. İki hafta boyunca stajı bittiği halde ülkeye dönememişti çünkü bilet bulamamıştı. İyice bunalmaya başlamıştı. A noktası, B noktası derken aklındaki tüm noktaları unutması gerekiyordu ama bir anda binlercesi sahneye atlamak istiyordu. Kendini uzun zaman sonra anne yemeği yemenin memnuniyetine bırakmaya karar verdi. Gözlerini kapatıp düşünme seansını uykuya teslim etmeyi planlarken buram buram kahve kokusu geldi. Bir anda ayaklanıp mutfağa koştu. Halime hanım elindeki cezveyle sanat filmi resitali yapıyordu:
-Bu kokuyu özlemişsindir.
-Anne, babam çok şanslı bir adammış. Sen insanın beş duyusuna da nasıl hitap edileceğini çok iyi biliyorsun. Ama en çok neyi iyi biliyorsun biliyor musun, hayatımızdaki güneş olmayı. Hep parla sen sultanım, hep dağıt tüm karanlıkları.
Halime hanım yumuşak gülüşü ile iç çekti. Oğlu İbrahim hayatına güneşi geri getirmişti.