Tarih, ölmemiş karakterlerle doludur. Neden yaşayan değil de ölmemiş? Çünkü ölümün kıyısına kadar gelip de ölmemiş olmak dümdüz yaşıyor olmaktan daha büyük etkiye sahiptir. Mesela Harry Potter. Voldemort avadakadavrasını yaptığında ve Harry’nin yenildiğini herkese göstermeye gittiğinde görüyor ki; Harry aslında ölmemiş. İşte o zaman her şey değişiyor. Harry’nin tarafını tutanlara cesaret, Voldemortu tutanlara ise korku geliyor. Harry o ormana hiç gitmeseydi ya da herkes onu önce öldü sanıp ölmemiş olduğunu sonradan öğrenmeseydi hikaye böyle bitmeyecekti.
Ya da Alexander Selkirk’i ele alalım. Gemisi battığında ölmüş ya da kurtarılmış olsaydı kimse onu hatırlamazdı bile. Hatırlanmasının tek sebebi ölmemiş olmasıydı. O ölmemişti ve böyle bir durumda hayatta kalmak ondan ilham alınarak yazılan Robinson Crusoe kitabısayesinde hala devam ediyor. Örnekler çoğaltılabilir: Filmlerde Gandalf, Sherlock Holmes, Gone Girl’deki Amy; gerçekte Aron Ralston, Ernest Shackleton, Hz. İsa… Ve tabii: Ben.
Hepsi farklı arka planlara ve farklı etkilere sahip. Benim ölmemiş oluşum belki Hz İsa’nınkiyle yarışamaz ancak yine de büyük sarsıntılara sebep olduğunu söyleyebilirim. Özellikle kendi içimde. Belki de bu sarsıntı dokunduğum her şeyi salladı ve olması gereken yere yerleştirdi. Önceden, sadece “yaşayan” bir insanken artık “ölmemiş” bir insandım ve bu aslında hiç olmadığı kadar yaşamama neden oldu. Baştan alayım.
Yıl 1995… Pardon, o kadar baştan değil. Doğumumdan 29 sene sonraya gidelim. Sürekli yaşama hali içinde oradan oraya savrulup durmuş bir adam olarak her şeyin kontrolünü kaybettiğimi hissediyordum. Hayat denen upuzun yolda, engeller nerede önümü keserse orada yön değiştirerek yürümeye çalışıyordum. Belki çocukken bazı arzularım tutkularım vardı ama giderek ipin ucunu kaçırmıştım. Neyi istiyorum, neyi seviyorum, 5 yıl sonra kendimi nerede görüyorum? Cevabını bilmediğim sorulardı.
Okulu bitirdikten sonra KPSS'ye hazırlan demişlerdi öyle yapmıştım. İki kere sınava girdikten sonra atanmıştım, kendi evime çıkmıştım. Evine robot süpürge al demişlerdi, almıştım. Beyazları beyazlarla, renklileri renklilerle yıkamıştım. Kitaplarımı boyutlarına göre dizmiş, mobilya mı halı ile uyumlu almıştım. Elimi tutmak isteyen ilk kadınla nişanlanmıştım. “Seni mutlu gördüm” demişlerdi, mutlu olduğuma inanmıştım. Zihnimin gerilerinde “hayatım nereye doğru gidiyor?” Diye bir soru yankılanıyordu ama ben onu hiç duymamıştım, daha doğrusu duymamaya çalışmıştım. Hayatımda bir sorun yoktu ki, yaşıyordum işte. Tüm levelleri tek tek tamamlıyordum. Başka ne olacaktı ki?
Sonra bir mesaj geldi: “Bir süredir seni ekstra dikkatli izliyorum. Önce hayata karşı tavrının kendinden emin olmanla ilgili olduğunu düşündüm. Etraftaki her şey sana teğet geçiyordu sanki. Gözümde çok güçlü bir adamdın. Sana yaklaştıkça o gücün beni de sarmalayacağını düşündüm. Ama hiç beklemediğim bir şey oldu. Sana yaklaştıkça özgüven sandığım şeyin denenmemiş bir hayat olduğunu gördüm. Sen yaşayan biri değilsin sadece ölmemiş birisin. Bir ömür boyunca seninle yaşayabileceğimi sanmıyorum. Yüzüne söyleyemediğim için özür dilerim ama senin için fark eder miydi pek emin değilim. Kendine iyi bak.”
Mesaja bakakaldım. Kendim hakkında düşünmemeye çalıştığım her şey birkaç cümle içerisinde söylenmişti. Haklı olduğunu biliyordum ancak yine de yok saymak isteyen tarafım ağır basıyordu. Bahaneler üretmek istedim. Öfkelenmek, suçlamak, “sanki bana söz hakkı mı verdi de şimdi böyle konuşuyor” demek istedim. Ama hiç söz hakkı isteyen biri olmamıştım zaten. İlkokulda bile elimi kaldırmazdım. Söyleneni defterime yazar sonra olduğu gibi sınav kağıdına geçirirdim. Benden daha fazlasını beklemezlerdi de. Notlarım iyiydi, geleceğim parlaktı, başka hiçbir şeye gerek yoktu. Ama şimdi… Belki de hayatımda ilk defa birisi benden farklı bir şey beklemişti. Nasıl vereceğimi bilmediğim, belirsizliklerle dolu ve içinde kendi arzuma bakmamı gerektirecek bir şey. Sadece ölmemiş değil, yaşayan biri olmak. Ama aslında ölmemiş biri diyerek yaşantısı hiç kesintiye uğramamış, sadece dümdüz yaşamış birini anlatıyordu.
Mesajdan sonra günlerce sadece düşündüm. Şimdiye kadar bakmaktan korktuğum şeylere gözümün ucuyla da olsa bakabilmemi sağlamıştı. Terk edilmiştim. Reddedemeyeceğim kadar somuttu bu. İnsanlar aramızda ne olduğunu sorduğunda “ Ölmemiş biriyim ben” diyordum. Anlamıyorlardı. “ Ölmemiş derken? Kaza falan mı geçirdiniz? Nişanlın iyi mi?” gibi tuhaf tuhaf sorular soruyorlardı. Nişanlım -belki de eski nişanlım demeliyim- ortadan kaybolmuştu. Ben kendi dünyamda hayatımı sorgularken insanlar da beni sorgulamaya başladılar. Alışık olmadıkları dalgın hallerim, sürekli ölmemiş olmaktan bahsetmem gibi şeyler beni şüpheli bir konuma düşürmüştü.
Ağızdan laf almaya çalışmak şeklinde başlayan, ufak imalarla şu devam eden sorgulama süreci doğrudan sormaya dönüştü bir süre sonra. Polis gitmeye çalıştılar ancak nişanlım gitmeden önce hem bana hem ailesine hem de birkaç arkadaşına mesaj atmıştı. Şüpheli herhangi bir durum yoktu ortada. Ama ailesi böyle düşünmüyordu. Giderek daha çok üstüme gelip beni köşeye sıkıştırmaya ağzımdan laf almaya çalışıyorlardı. Yaşadığım varoluşsal sancılardan biraz da olsa uzaklaşabildiğim anlarda yaklaşan tehlikeyi hissedebiliyordum. Ancak hiçbir şey yapamıyordum. Beklemekten başka.
Sonunda sabırları taştı. Bir bahar günüydü. Bugün evden çıktığımda bu havayı sevdiğime karar vermiştim. Daha önce hiç sevdiğim bir mevsim olmamıştı. Soranlara yaz diyordum. Çünkü annem hep yazın çok güzel olduğundan bahsederdi. En güzel meyvelerin o zaman çıktığından, insanların daha az hasta olduğundan ve denize girmenin güzelliğinden dolayı yaz en güzel mevsimdi. Anneme göre. Ben de kabul etmiştim. Ama o güzel bahar gününde aslında baharın yazdan çok daha güzel olduğunu fark etmiştim. Bu keşfin karşısında çocuklar gibi şendim.
Birden bir sokak arasında etrafım sarıldı. Kimsenin bana cevabını vermediği bir sorudan dolayı feci şekilde dövüldüm. Karşı koymadım, itiraz etmedim, bağırmadım. Hayati nasıl karşıladıysam dayağı da öyle karşıladım. Kanlar içinde yerde yatarken hemen üstümdeki ağacın yapraklarını izledim. Rüzgarla beraber savruluşunu, güneşin aralardan süzülüşünü, kuşların dallarda bir görünüp bir kayboluşunu. Adamlardan biri yanıma yaklaştı. “ Ölmemiş abi sorun yok” dedi. Liderleri gibi görünen diğer adam üstüme eğilip aklımı başıma toplamamı söyledikten sonra apar topar uzaklaştılar.
Ben hala ağaca bakıyorum. Hafiften tenime değen rüzgarı hissediyordum. “ Ölmemiş ” diye geçirdim içimden. Ölmedikten hemen sonra duyduğum ilk kelime buydu. “ Ölmemiş ”. Neredeyse gülümsüyordum. “ Ölmemiş ya, ölmemiş. Yaşıyorum. Hala bir şans var.”
Hacer U.