Ölmeyen Tek Şey

Hacer Noğman

Ölmemiş.

İlk duyduğumda inanamadım ve odamda aynanın karşısında geçip kendime bunu söyledim: Ölmemiş. Bunun bir faydası olmadığını, olmayacağını bile bile. İlk değildi. O aynanın karşısında geçip bunu tekrarladım: Ölmemiş. Ölmemiş. Ölmemiş. Ölmemiş.

Her şeyi tüm ve ilk gerçekliğiyle karşıladığımız birkaç saliselik an olur. yemek iyiyse ağzımıza ilk aldığımıza alışımızda anlarız.

Ölmemiş.

Biri ile tanıştığımızda ilk andan bir hissiyat bize birçok şeyi gösterir.

Ölmemiş.

Sabah uyandığımızda günün nasıl geçeceğini az çok tahmin ederiz.

Ölmemiş.

Bir sürecin doğurduğu bu olgunun aslında kaç zaman öncesinden olacağını adımız gibi bilişimiz, bu da.

Ölmemiş.

İlk zamanlar olayların sizi meşgul edişi sizi sizden alır.

Ölmemiş.

Rutin denen şeyin şükre vesile olduğunun idrakine o zaman varırsınız.

Ölmemiş.

Günler aylara devrilir varlıklar yokluklara çoklar azlara hepler hiçlere doluluklar boşluklara.

Ölmemiş.

Bir film şeridi hiç görmemiştim hayatımda ama şimdi görüyordum. Tüm bu önümden geçenlerin ne olduğuna dair bir tanım yapacak olsaydım bu kesinlikle film şeridi olurdu. Ölmemiş diyorsun da kim böylesi büyük bir iddia ortaya koyabilir, bu işin şakası olur mu, olmaz ama yine de kabullenişi zor, evet bunu herkes bilir ama yine de aksini iddia etmek ne denli doğru bir bak gözlerine de doğruyu söyle, doğru olanı.

Yüreğimin göğsümden fırlayacağını düşündüm ama hangi acı dayanılmazdı, yüklenir miydi insana böyle bir acı, yüklenmezdi, bunu bile bile yüreğimin göğsünden kopuk çıkmasını engelleyecekmiş gibi elimle göğsümü bastırdım.

Oturduğum yerde kaldım. Tüm bu olanların üzerinden on yıl geçmesine rağmen hâlen ölmemiş diyorum. Demesi kolay. Aksini demesinden daha kolay. O gün dizlerimin üzerine çöküşüm gibi şimdi de oturduğum yerden kalkamıyorum. Mesai bitmiş, herkes çıkmış ama ben oturduğum yerden kalkamıyorum. Karşımdaki masa takvimine öylece kitlenip kalmışım. Ölmemiş, dedim sesli. Herkesin sırtında o görünmeyen kamburu olduğu gibi benim de kamburum oturduğum yerde daha da kamburlaştırdı beni. Radyomun tuşuna bastım. Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı çalıyor.

Mevlam gül diyerek iki göz vermiş, iki göz vermiş.

Bilmem ağlasam mı, ağlamasam mı, ağlamasam mı?

Sesler yükseldikçe yükseldi. Odanın her köşesine mıh gibi çakıldı. Ben buradayım diyordu adeta. Varlığı olabildiğince göze sokuyordu. Masaların varlığı, sandalyelerin, A4 kâğıtları, bilgisayarlar, pencereler, perdeler, duvardaki boyalar, dolaplar… Her şey bu kadar var olabiliyorken birden yok oluşa insan nasıl dayanabilir? Bu kadar kuvvetli oluşunun idrakini, dağların yüklenemediği mesuliyeti nasıl yüklenir insan? Omuzları nasıl taşır bunu? Tüm bu hengâmenin ortasında, bu kabullenişin bir razı oluşa denk olmadığını bile bile, birdenbire gayba düşenleri tutamamak…

Dura dura bir sel oldum erenler,

Dura dura bir sel oldum erenler,

Bilmem çağlasam mı, çağlamasam mı,

Çağlamasam mı, çağlamasam mı?

Bazı acılardan ilacımızı alsak da ölmemiş olanın ölüm olduğunu bilmek bize kalan tek gerçek. Evet ölmemiş, ama ölüm.