Mürekkep düştüğünde kağıda ben de yazmaya başlamıştım. Ne yazacağımı bilemeden kaleme bırakmıştım kendimi. Sonra bir baktım içimde ölmemiş umutlar sayfalara dolmuş. Bir baktım ölmemiş duygular gün yüzüne çıkmış. Hayatımın kırık dökük neyi varsa benden izinsiz tamir edilmiş. Sanki tuttuğum kalem; gizli, ölmemiş bir elin kuklasıymış.
Sayfalarını doldurduğum onlarca defter birikmişti. Onları, sahafın özel köşesindeki raflara yerleştirmiştim. Sahaf daha önce hiç görmediğim dedemden kalmıştı. Babam dedemin savaşta şehit düştüğünü söylemişti. Kıyamamıştık kapatmaya, bugünlere kadar gelmişti. Sahafı bırakabileceğim birileri yoktu. Bırakabilsem şayet şu yazdığım defterlere bırakırdım.
Rafları düzenlerken içeriye dolan soğuktan anlamıştım birinin geldiğini. Arkamı döndüğümde genç bir delikanlı görmüştüm. Gömleği yırtık yüzü gözü kir içindeydi. Gülümseyerek bakmıştı bana. Bataklıktaki bir nilüfer gibiydi gülüşü. Ben lafa giremeden bir zarf bırakmıştı masaya.
- Nedir bu delikanlı?
Sorumu bitirdiğimde çıkıp gitmişti. Öylece kalmıştım yerimde. Biraz sonra peşinden çıkıp baktığımda sokak lambasının aydınlattığı caddede kimseyi görememiştim. İçeriye girip zarfa yöneldiğimde üzerinde “Ölmemiş” yazısıyla karşılaşmıştım. Açıp baktığımda kağıda yazılmış şu sözleri görmüştüm:
“Görmüş, duymuş, savaşmış sonra toprağa gömülmüş. Sesinin kesildiğini sanmışlar. Ölmüş demişler ama bilememişler, ölmemiş. Kalemini bırakmış yılların ötesine. Kelimeler yaşatmış onu.”
Gördüğüm bu sessiz cümleler içimde bir yankıya dönüşmüştü. Anlam veremediğim şu dakikalar yüreğime bir taş oturtmuştu. Tekrar tekrar okuduğum o satırlar sır perdesiyle örtülmüş gibiydi. Ölmemiş duygularım “Arala o perdeyi.” diye fısıldamıştı düşüncelerime. Ayaklarım beni özel köşeye yürütmüştü. Zihnim bağını koparmıştı hareketlerimden. Yine ölmemiş el yönetmişti bedenimi. Kendi yazdıklarımın arkasında kalmış deri kaplı mavi defter gözüme çarpmıştı. Daha önce orada görmemiştim. Aniden belirmiş gibiydi. Elime alıp açtığımda üzerindeki “Ölmemiş Askerin Mezarlığı” yazısıyla kaşlarım çatılmıştı. Merakla sayfaları çevirdiğimde genç bir asker fotoğrafıyla karşılaşmıştım. Eski siyah beyaz bir fotoğraftı. Tanışıklık hissetmişim fotoğrafa karşı. Sonra sayfadaki yazı dikkatim çekmişti ve okumaya başlamıştım:
“ Askere göndermek isterdi babam. Lâkin gönlüm razı gelmezdi. Yalnız cephede değil, ilimlen de gavurlan cenk etmek icâp ederdi. Hem ben silah tutmasını bilmezdim. Kalemim vardı benim. Oraya giden öldürürmüş kalemini, öyle derlerdi. Sahih imiş, oraya gidince anladım. Memleketin ahvâli nice olunca başka çâre kalmamış, zarûretten gitmiştim. Öldürdüm kalemimi zirâ tutacak dermânı bulamadım ellerimde. Evvela kelâmlar ile mücadele ederken şimdi kana kan ile dökerim içimdekileri. Lâkin dua ederim ölmemiş olsun kalemim. Ben ölürsem o yaşasın. Desinler ölmemiş Divitli Yusuf…”
Durmuştum orada. Divitli Yusuf dedemdi. Ve fotoğraftaki oydu. Onu ilk defa görmüştüm. Hissettiklerini yazan nasıl ölsün, ölmemiş. Ben onunla tanışmıştım o vakit. Hiç durmamıştım heyecanla okumuştum yazdıklarını. Sonra beni benden alan o yazıyı okumuş da durmuştum:
“ Bazı vakitler ölmemiş bir el olsam derim, tutsam birinin kaleminden dile gelsem suhuflara. Benim yazamadıklarımı o yazsa.”
Ölmemiş bir el. Ölmemiş. Ben yazarken hissettiğim o tarifsiz düşünce gibi: “...Sanki tuttuğum kalem; gizli, ölmemiş bir elin kuklası…”
Ve yine bir fotoğraf düşmüştü gözümün önüne, bir delikanlı. Ve yine bir aydınlanma ile hayretler içerisine girmiştim. Fotoğraftaki ile zarfı getiren aynı kişiymiş, o kişi dedemiş. Kalemimi tutan ölmemiş elin o olduğu gibi. Ve benim yazdıklarım ise ölmemiş askerin yaşayan satırlarıymış.