Çölün ortasında kocaman bir yer sofrası… Yer sofrasında küçücük kendisi ve erkek kardeşi. Önünde açılmayı bekleyen mayasız hamur keseleri. Ellerini yukarı kaldırıyor şimdi. Kaldırdı, dua edecek kadar yakındı semaya. Dua etmeden önce hamurların açılması gerektiğini belledi. Eline merdaneyi aldı ve başladı yusyuvarlak yufkalar açmaya. Karşısındaki kardeşi adeta bir seyirci. Bakıyor, bakıyor, bakıyordu. Uzun ve hareketsiz bakışları bölen bir iş makinesinin sesiydi.
Kardeşi ve kendisi aynı anda başlarını çevirmişlerdi. Çölün ortasında köprü yapmayı kim akıl etmişti? Etrafta ne su vardı ne serap. Bu iş makineleri hangi belediyenin israf mümessiliydi? Anlamsız bakışlarını iş makinelerine daha fazla sabitlemek istememişlerdi. Kendisi ki Tahire derler ona hamurunu açmaya devam etmişti. Tahire, açılan hamurların mantı olması gerekiyor gibi hissediyordu. Hissettiği onca şeyden ona en yakın olan bu hissiydi. Mantıyı yapmalı ve kardeşi Yıldırım ile afiyetle yemeliydi. Ama bu çölün ortasındaki bu sofra başına onu sürükleyen neydi, kimdi?
Çölün sıcağında kavrulması gerekiyordu ama hava o kadar güzel bir serinlik veriyordu ki işinden hiç gocunmuyordu. Yıldırım ablasına bakmayı bırakmış, sofra altındaki kumlarla oynuyordu.
Çöl bir anda verimli topraklara dönüşmüştü. Tahire ne olduğunu anlayamıyordu. Köprü inşaatı artık kumlarda değil birbirine kenetlenmiş bir topraktaydı. Düşündüğünün aksine bu köprü araçlar için değil yayalar için uzun ve ince bir köprüydü. Soru işaretleri ile önüne dönmüştü ki ayakta duran iki köylü kadını fark etti. Tanıyamadığı ama rahatsızlık hissi uyandıran bu kadınlar da kimdi? Neyse ki çok geçmeden içlerinden biri konuşmaya başladı: “Öve öve bitiremedikleri gelin bu muymuş, hani yüksek tahsilliydi?” Tahire bu kadınların yanı başında kendisinin dedikodusunu yapmalarına şaşırmıştı. Bu arada üçüncü bir kadın daha gelmiş ve Tahire’yi göz hapsine almıştı. Tahire o an titredi. Çünkü şaşırması gereken asıl şey evli olmasıydı. Bir anda sağ eline baktı ve parmağındaki altın yüzüğü fark etti. Bu nasıl olurdu? Elleri una değil toprağa bulanmıştı ama ona rağmen parmağındaki yüzük ben buradayım dercesine parlıyordu. Tahire dehşete düşmüştü. Yoksa o adamla mı evlenmişti! Sırtında kocaman bir yük var gibiydi, oturduğu yere çivilenmiş ve içindeki dehşetin hüzne dönmesini bekliyordu. Ama sırtında gerçekten bir ağırlık olduğunu fark etti. Aman Allah’ım! Ona yaslanan bir adam vardı. Yaslanmakla kalmayıp onu yerinden etmeye çalışan bir adamdı. Evet, bu oydu: evlenmekten korktuğu adam! Artık hüzün saati ve belki de yılları başlamıştı. Göğsündeki ağrı tüm vücudunu kaplıyordu ki bir ses işitti:
ÖLMEMİŞ! ÖLMEMİŞ! ÖLMEMİŞ!
Tahire kalbini yokladı: ölmemiş bir kalbe sahipti.
Telefonu elinde, sosyal medya çukurunda dolaşıyordu. Ona cehennem azabı hissettiren bir hesabın hikâyesine bakınca, bir anda cehennemde buldu kendini.” İz sürmek cehennemine hoş geldiniz! Buyurun, düğün merasimi bu evde.”
Tahire hiç kimsenin kendisini tanımadığı ama onun herkesi az çok tanıdığı o düğün evinin kapısındaydı. Haliyle etrafta bir kalabalık vardı. Sol tarafına bakınca bir tırdan boşaltılan kolileri görüyordu. Boşaltan adamların boş boğazlığını fark etmişti ve içinden “Ne kadar laubali insanlar bunlar!” demişti. “Geliyorlar, geliyorlar!” çığlığı ile evin önündeki dümdüz araziye bakmıştı. Hafif eğimin olduğu yerde gelin ile damadı görmüştü. Ama gelin ve damat bir anda birbiriyle boğuşan ayı ve kurda dönüşmüşlerdi. Tahire yine anlam veremediği bir cehennemdeydi. Bir vakit sonra gelini tam karşısında gördü. Çok zarif bir gelinlik içinde karakaşlı kara gözlü bir güzel gördü. Gelinin bu denli güzel olacağını düşünmemişti ama gelin yan dönünce burnunun masal kahramanı Pinokyo kadar uzun olduğunu gördü. Şaşkınlık içerisindeyken, gelinin kin ve haset dolu bakışlarını üzerinde hissetti. Dehşete düşmekten yorulmuştu.
ÖLMEMİŞ DİYORUM SİZE! NEDEN ANLAMIYORSUNUZ BENİ? ÖLMEMİŞ İŞTE!
Eline tutuşturulan davetiyeyi açmıştı. “Tahire ile Kasım’ın düğün merasimlerine siz sevgili dostlarımızı da bekliyoruz.” Tahire ablasına bakıp “Ama ben bu adamla evlenmek istemiyorum ki!” demişti. Ablası sadece “Bir şey olmaz Tahire, artık dönülmez buradan.” diyebilmişti. Tahire, bir yürek yangını ile dört gözle Kasım’la evlenmeyi beklediği zamanlarını düşünmüştü. Artık bu adam derekesine düşmüş biriyle yoldaş olmak istemiyordu.
ÖLMEMİŞŞŞŞ! ALLAH AŞKINA BİRİ MÜDAHALE ETSİN, ÖLMEMİŞ, ÖLMEMİŞ!
Tahire etrafına bakındı. Bu feryat figanı koparan da kimdi? Artık iyice yorulmuştu. Yanında en sevdiği arkadaşı Yıldız vardı. İkisi bir evin uzun ve geniş bir koridorundaydılar. Tahire kendisine gönderilen bir mektubu zarfından çıkarmak üzereydi. Yıldız’ın gözlerine uzun uzun baktı. İkisi de merakla kâğıda baktılar. Tek bir şey yazıyordu: ELFAZ. Tahire bir hayret çığlığı kopardı. “Yıldız inanamıyorum, bu rüyamda gördüğüm kelime! Hatırlıyor musun rüyamı anlatmıştım sana?” Yıldız hemen onayladı. “Ne demek elfaz acaba?” Tahire sesli düşünmüştü. Yıldız ile aynı şeyi düşündüklerini fark ettiler. İkisinden ilk konuşan Tahire oldu: “Azrail demek. O zaman ben öleceğim Yıldız.”
Tahire ve Yıldız, gelecekten haber veren bu rüyaya büyük bir teslimiyetle sarılmış gibiydiler. Tahire’de ilahi bir mesaj almanın ve o mesajı çözümlemenin memnuniyeti vardı. Acaba ne olacaktı? Acaba ölmüş de ölmemiş miydi?
ÖLMEMİŞ! ÖLMEMİŞ! KALBİ ATIYOR HÂLÂ, ÖLMEMİŞ! ŞÜKÜRLER OLSUN, ŞÜKÜRLER OLSUN!