Kan Kuşu

Saliha Çolak

Yorganı üstümden atar atmaz şubat sabahının soğuğunu üstümde hissettim. Daha fazla hareketsiz kalırsam soğuğun beni altedeceği fikriyle bir süre boğuşup yataktan doğruldum. Bir kahveyle ayılmayı planlayıp mutfağa geçtim. Uyandığımı henüz beynim idrak edemediğinden odanın kapısına sağlam çarpınca kendime anca gelebildim. Hava önceki günlere nazaran daha soğuktu. Üstüme kalınca bir hırka giydim ve makinenin kahveyi yapması için beklemeye başladım.

Bu ayın üstünde bir hüzün var. Şubat sanki mutlu olamazmış gibi. O hep ağlıyor, ağlatıyor gibi. Ölmemiş tüm duygular şubata çıksa bile mutlaka bu ayda ölür gibi.

Kahvem hazırdı. Onu alıp oturma odasının en köşesinden şehri seyreden koltuğuma yerleştim. Havanın tüm soğuğuna rağmen gökyüzünün berraklığına imrendim. Bu koltuğa oturunca uzaklara dalmak âdetimdi. Baktığım yer her ne kadar şehir olsa da gördüklerim geçmişimdi. İçimde ölmemiş ne varsa onu her sabah öldürmeyi görev bildim kendime. İşe yaramadığı aşikârdı. Çünkü tüm ölmemiş hislerim her sabah aynı hızla içimde büyüyordu. Onları ben büyütüyordum.

Ben daha kahvemden ikinci yudumu alırken camımın köşesine bir kuş kondu. Öylece bakakaldım ona. Fakat işin garip yanı o da bana bakakalmıştı. Gri tüyleri kuyruğuna uzandıkça pembeleşen bir kuştu. Sanki beni tanımış gibi kafasını sallamaya başladı, kanatlarını cama vurdu. Sakince yanaşıp camı açtım. Ürkütmemek için tüm dikkatimi vererek elimi uzattım ve onu avucuma alıp camı kapattım. Üşümüştü. Bu soğukta ölmemiş olması bile şaşırtıcıydı.

Bir anıyı yakalamak için tüm detaylara değil sadece küçücük bir âna ihtiyacımız olur. Kuş birden elimde dönerek bana bakışlarını tekrarlayınca içimde bir ses yankılandı:”Ölmemiş, ölmemiş, kuşum ölmemiş!”

Koşarak albümümü yatak odasındaki kitaplığımdan aldım ve aynı hızla koltuğuma geri döndüm. Hızlı hareketlerimden asla korkmayan kuş hâlâ bakışlarını dikmiş bana bakıyordu. Albümün sayfalarını birer ikişer çevirip aradığım fotoğrafı buldum. Dedem, ninem, abim, küçük Hasan ve Nazlı yani ben. Bu fotoğrafı annem hastalıktan babam da düşmanla savaşırken öldükten iki yıl sonra çekilmiştik. Gülmeler oldukça zorlamaydı. Sadece benimki içtendi. Çünkü annemi ve babamı ölmemiş sanıyordum. Cennet denilen yer çok da uzakta değildi nazarımda.

Küçük Nazlı’nın ellerinin arasında bir kuş vardı. Gri, kuyruğuna doğru pembeleşen tüyler. Bu o kuştu. Yıllar sonra beni bulmuş muydu yani? Hayır Nazlı saçmalama. Aradan yıllar geçmiş bu kuş ölmüştür çoktan. Peki ya bu kuş neyin nesiydi? Neden bana öyle bakıyordu? İçimden ölmemişleri atmaya çalışırken bana neden tekrar geçmişi hatırlatıyordu?

Fotoğrafı uzunca bir süre kapatamadım. Her bir simaya baktım durdum. Canım dedem babamın yokluğunu hiç aratmamıştı. Sanki babam ölmemiş de dedemin yerine geçmişti. Onunla beraber koyunları otlatır, küçük kuzulara türlü isimler bulurduk. Kınalı, Beyaz, Huysuz… Onları da öldürdüler tabii.

Fotoğrafın arka yüzüne tarih düşülmüştü: 1992, Hocalı. Bu ismi zikretmeyeli yıllar oldu. Fakat unutamadım. Hâlâ tüm çığlıklar dün gibi aklımda.

Bu kuş tam da şubatın bu günlerinde beni bulmuştu. Katliamın yıldönümünde…

Dedem de ninem de bizlere çok iyi baktı. Annem ve babamı kendime yakın bildiğim cennete uğurladım çocuk aklımla. Büyüyüp akıllanınca kitaplardan okudum bilmediğim gerçekleri. Birileri bize silah uzatmıştı ama kimdi bilmiyordum. Zamanla, öğrendikçe içimdeki acı nefrete dönüştü.

Her şey o şubat sabahı başladı. Daha önce de bu alçak heriflerin kasabayı basıp yağmaladığı olmuştu fakat o gün başımıza geleceklerden habersiz uyanmıştık. Kuşum hemen camımın önüne gelmişti. Onu yaralı halde bulduğum günden beri benden ayrılmamıştı. İyileşmesine rağmen gitmedi, beni dost belledi. Dedem ise bu kuşun gelmesine bir hayli hüzünlenmişti. Bana belli etmemek için çabalasa da anlamıştım. Sorduğumda “Bu kuş Kan Kuşu’dur yavrum. Kanın kokusuna gelir.” Tabii ben o yaşımda bu cümlenin ağırlığını sezememiştim. Şimdi ise ölmemişlerin en başında bu cümle gelir.

O gün kuşumla her zamanki gibi bahçeye çıkıp oyun oynadık. Ben ona topraktan solucan buluyordum o da afiyetle yiyordu. Abim ve dedem bir hışımla evden uzaklaşmışlardı. Görebildiğim tek şey dedemin omzundaki tüfek olmuştu. Kısa süre sonra silah sesleri duyunca korkup içeri kaçtım. Neneme sıkıca sarıldım. Dedeme bir şey oldu sanmıştım. Ben kuşumla sobanın başında korkuyla beklerken dedem ve abim çıkageldiler. Nenem küçük Hasan’ı uyutmuştu. Hasan, annem öldüğünde bir yaşındaydı. Kendisi öldüğünde üç…

Dedem nineme uzunca bir şeyler anlattı. Benden uzakta konuştular ama yüzlerinden korku ve öfke okunuyordu. O gece zaten ışıkları kesilmiş evimizde mum da yakmadık. Neneme neler olduğunu sorduğumda “Bu gece sessiz olmalıyız, sonra istediğimiz kadar konuşuruz.” demişti. Kuşumu elimden bırakmıyordum. Onu korumam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Dışarıdan bağırış ve silah sesleri yükselmeye başladıkça birbirimize daha çok sarıldık. Bir müddet sonra dedem dayanamayıp tüfeği aldı ve dışarı çıktı. Nenem sessizce başucumda ağladı. Dışarıda, çok yakında bir silah patladı ve büyük bir sessizlik oldu. Ardından evimizin kapısı kırıldı. Karanlıkta sadece alçakların ayaklarını seçebiliyordum. Nenem beni sessizce yatağın altına sakladı. Ben korkuyla dedemin ölmemiş olması için dualar ederken yine bir silah patladı. Sonra tekrar, tekrar ve tekrar… Nenem, abim, Hasan…

Korkudan bayılmıştım. Bir adam beni kucaklayıp bir arabaya bindirdi ve kasabamla vedalaştım. Kendime geldiğimde elimde kuşum yoktu. Ben o gün annemin ve babamın cennetine üç kişi daha koydum. Sonra kuzularımı koydum. Ama kuşumu koyamadım. O gün kasabada ölmemiş olanlarlar kaçtı. Beni de bir adam kurtarıp hastaneye götürdü. Sonra da yetiştirme yurduna. Yıllarca rüyamda kuşumu aradım. Her gece “Ölmemiş, ölmemiş, kuşum ölmemiş!” diye sayıklarken uyandırıldım.

Şimdi ise elimde küçük tüylü bir bedenin altından tüm sıcağıyla kalp atışlarını hissediyorum. Ölmemiş derken haklıydım. Ya da değildim belki. O kuş çoktan öldü, kuşlar bu kadar uzun süre yaşayamaz ki. Ama bu kuş beni tanıyor. Kan Kuşu kan kokusuna gelir demişti dedem. Bu kuş içimdeki yaranın hâlâ kanadığını biliyor.