“Denizine daldım rengarenk balıklarla karşılaştım
Duygular ellerime yumuşakça dokunup geçiyordu
Ve unuttuğum bu histe durakalmıştım”
Birgün böylesine sevebileceğimi bilmiyordum. Birgün yaptığım bütün betimlemelerin failinin belirli özne olacağını da bilmiyordum. Yoksunluk hissini öğrenip bunun zamanla acı veren bir şey olduğunu da bilmiyordum. Bu acı böyle bir uzakdoğu yemeği acısı gibi değil, kağıt kesiği gibi bir acıymış, hiç bilmiyordum. Güneşimi bulmuştum, güneşin halesine tutulduğu gibi tutunmayı öğrenmiştim. Güneş yanıp tutuşur ya halesine ulaşmak için ama o ne kadar dönerse döndüğü kadar uzaklaşır halesinden. Doğru orantılıdır, çünkü bu bir yansımadır. Öyle yani daha nasıl açıklayayım? Yüreğimin üzeri kağıt kesikleriyle dolmuştu.
Henüz gitmemişti uzaklara. Yeni yeni tanışıyorduk. Birbirimizi ne kadar çok seveceğimizden bi haberdik. O da ben de dışarıdan çok soğuk görünen insanlardık. Neye karar verirsek mantıkla karar verdiğimizi düşünürdük. İlk tanıştığımızda onun delice bir çocuk olduğunu düşünürdüm. Benimle ortak bir paydada buluşabileceğini düşünmezdim. Ki ben, benim onunla ortak bir paydamın olduğuna hiç mi hiç de inanmazdım. İlk zamanlar şehir dışından gelip gidiyordu. Çalıştığı yerden izin alması da çok kolay değildi. Fakat fazla çalışıp ona göre de izin alıp geliyordu sık sık.
Evleneceğim kişi için birçok düşüncem vardı. Namazlı abdestli olmalıydı, dini bütün olmalıydı. Çok okuyan biri olmalı ve mümkünse alim olmalıydı. Yani olmasa da benden çok bilmeliydi. Olgun görünmeliydi. Benden büyük de olabilirdi. İdeolojilerimiz aynı olmalı çoğu konuda aynı düşüncede olmalıydık. E yani böyle olmasa yaşanmazdı. Eve kısılıp kalamazdım. Dışarı çıkıp da coşamazdım. Bu konuda da itidalli olmalıydı her konuda olduğu gibi. Çalışacaktım ben, akademisyen olacaktım. Okudukça okuyacak kendimi kendime kanıtlayacaktım. Heh! Bir sürü konu vardı. Partici olmamalıydı mesela ben çok çekmiştim particilikten. Bak hele kusasım geliyor düşününce. Eğlenceli de olsun iyi de konumu olsun diyordum. Ümmetçi olmalıydı ama cemaatçi asla. Farklı kültürden de olur diyordum. Böyle arap olur malay olur olurdu yani yeter ki ümmetçi olsun. Yani dedikçe diyordu insan tabii. Ne mi oldu? Hiç düşündüğüm gibi olmadı ama tam düşündüğüm gibi de oldu. Tabiri caizse Allah bana sağ gösterdi sol vurdu ama tokatın geldiği yer aynıydı. Hamdolsun, daha ne diyebilirdim ki.
Tedirgindim ilk buluşmalarda. Bu çocuk nasıl eş olur, nasıl baba olur bilmiyordum. Namazlarına dikkat ediyordu, eyvallah. Konuşmaları bazen çok olgun bazen çocukçaydı. Ben sanırım böyle böyle alışmıştım. Zamanla ben hiç konuşamadım. Konuşamıyordum çünkü konuştu mu çok güzel konuşuyordu. O konuştukça ben dinlemek istiyordum. O konuşurken bana şiir okur gibi geliyordu. Bazen gözlerine dalıp gidiyordum. Daha derin şeyler anlatıyordu. Evlenmek, ev kurmak, eş olmak, bunları O’nun rızasına uygun yapmak. O’nun yolunda çalışarak güzel ama zorlu bir hayat yaşamaya hazır olmak falan diyordu ama gözlerinde daha derin bir şeyler vardı. Bizi bağlayan bir şeyler vardı, seziyordum. Enerji elektrik falan olayları var ya hah o bizde vardı işte. İstemsizce ona bağlanıyordum ve bağlandıkça hayır diyecek bir şey bulamıyordum. Yani hadi kalbimi bi yana koyalım mantıkla düşünelim. Bana söylediği hiçbir şeyde bana uymayan bir şey yoktu. Yani hayır diyeceğim bir durum yoktu. Bu evet demek mi oluyordu?
Bir gün yine yanıma gelmişti tiyatroya gidecektik. Tiyatroya girmeden önce bir kafede çay içiyorduk. Daha doğrusu ben içiyordum o konuşuyordu. O gün benim yıllardır ettiğim duaların aynısını söylüyordu sanki. O an evet doğru anda doğru yerde doğru kişiyleyim demiştim. Aynadaki aksimi görüyordum ama bu ben değildi ve güzel olan da buydu. Hiçbir şeyimiz aynı değildi. Tıpkı güneş ve halesi gibi. Dışardan benzer değildik ama aynı ışık türüne ve benzer sıcaklığa sahiptik. Zaten her şeyin aynı olmasının cehennem olduğunu da zamanla anlayacaktım. İşte o gün dinlerken kayboldum gözlerinde ve aşkın tohumlarını ektik diye düşündüm. Göklerde kıyılan nikahımın dünyaya olan aksiydi bu. Bu kadar anlam fazla mı diye durup durup kendimi çimdikliyordum. Fazla olsundu nolacak ki? Bir insan bu duyguları tatmalıydı. Bir insan bütün duygularının dibini görmeliydi de zaten. Bunu da bugünden sonra anlamıştım.
Gel zaman git zaman biz evlenmeye karar vermiştik. Nasıl diye sormayın. Bu çocuk bana teklif etmeden evleneceğimizi iddia ediyordu. Öyle de oldu. Nişan tarihleri konuşuldu bir anda nişanlandık. Pek de güzel bir nişan yaptık. Ardından nikah falan derken evlendik. Fakat bir şey vardı. Bir yıl yurtdışında göreve gitmesi gerekiyordu. Bunun olacağını biliyorduk. Bu süreçte stresli zamanlarımız, büyük tartışmalarımız da olmuştu. Tartışmalarımız bir yere de varmıyordu. Sanırım evlenince böyle oluyormuş. Mantıksızlığın da dibini görmüş olduk.. Ruhumuz birbirine aitti biliyorduk fakat bazen iten de bir yanımız vardı. Mıknatıs gibiydik hatta bazen dolaba yapışan bir magnet gibi. Şevkle alınmış o yurtdışı şehir magneti ama magentin mıknatısı tam ortalanmamış arada daireler atıyor dolapta. Pek da başına buyruk bi magnet. Ancak altına bir nazar duası, kenarına bir ayetel kürsi daha gelince sabitleniyor. İşte öyle bir ilişkiydi bizimki. Gidecek diye ağlanıp sızlanmak yerine birbirimize kızıp bağırıp çağırıyorduk. Sen git diyordu gidince de kızıyordu. Böyle saçma sapan bir ilişki. Saçma sapan diyorum ama uzaktan bakınca aşırı tatlı gelen bir saçmalık. Manyaklık derecesinde bir sevgi olarak tanımlanabilirdi bence.
Gitme günü gelmeden bir şeyler yapalım diyorduk. Hergün de yapıyorduk. Mesela oturup bir tencere düz pilav yiyorduk. O bana meksika yemeği diye uydurduğu bir yemeği yapmıştı bir kere de. Hiç çaktırmamıştım o benim için muhteşem bi meksika yemeğiydi. O kadar mutlu olmuştum ki dağılan mutfağı görünce tepki bile vermemiştim. Sonuçta benim için çok güzel bir yemek yapmıştı. Gerçi o zehir yapsa bana bal gelirdi. Ne kadar utanç verici bir ifade değil mi? Ben de öyle düşünüyordum. Ta ki aşık olana kadar. O gitmeden iki gün önce dışarı çıkmıştık. Ben süslenmiştim. Belli mi olur belki romantik bir yemek yerdik. Dolandık dolandık yapacak bir şey bulamadık. Ortak nokta bulamıyorduk. En son maça gidelim diye ısrar etti. Bu, o an bana o kadar üzücü gelmişti ki… Oysa kalkıp beni romantik bir yere götürmeliydi. Çünkü kore dizilerinde ve romantik hikayelerde hep böyle olurdu. Böyle de olmalıydı. Bozulmuştum ama belli de etmemeye çalışıyordum. Aslında biraz da etmiştim trip atmıştım. Allah aşkına dantel yakalı gömleğimle beni maça mı götüreceksin demiştim. Fakat gözlerindeki heyecanı o anda fark etmiştim. Maça, yani bu hayatta en zevk aldığı ortama, en sevdiği kişiyi götürecekti. O heyecanı görmeliydiniz. Tamam dedim gidelim. Kısacık süre kalmıştı. Zar zor internetten kart işlemlerini yaptık. Kaldırımda ikimiz de vesikalık fotoğraf çekindik. Dışarıdan görenler eminim çok gülüyordu. İki deli kaldırımda vesikalık çekmeye çalışıyordu. Maça gittik. Giderken metroda bana bütün olayları anlattı. Sahaya girerken çantamdan kulaklıkla ruj çıktı. Ondan da çıktı tabii bakımlı çocuk ne de olsa. Gelip polise nolur geçelim bunun ilk maçı dedi. Tabi ben orda kahkahayı koydum. Komik olan Polisin de ilk maçıydı. Hep beraber o anın heyecanını ve komikliğini yaşamıştık. Dantelli gömleğim de bize eşlik etmişti.
Sahaya girdik oturacak yeri ayarladı. Anlatmaya başladı. “Bak şimdi bunların hepsi farklı gruplar ve birbirleriyle iyi değiller ama tezahüratta birlikte hareket ederler.” O anlatırken ki heyecanı, omzunu kaldırıp yaşadığı gurur... Hayatımın bir evresinde böyle bir an yaşayacağımı hiç düşünmezdim. Ben bir gün “Ankara gücü taraftarı paso kartı” sahibi olacağımı hiç mi hiç düşünmezdim. Olmuştu ama, güzel de olmuştu. Büyüdüğümü hissetmiştim. Zaman zaman küçüldüğümü de hissetmiştim. Bir hocanın sohbetinde “Evleniyorsunuz, siyasi bir kurum kurmuyorsunuz. Evleneceğiniz insanda huzuru bulmalısınız. Görüşlerinizin benzerliğini değil.” diyordu. Bu benim kulaklarıma küpe olmuştu. Geniş çerçeveyle istediğimiz insanlardık. Ana yolumuz aynıydı. Ara sokaklarımız farklıydı. Farklı boyutlarda pencereleri vardı sokaktaki evlerimizin. Böylesi çok daha iyiydi. Belki aradığım itidal tam da buydu.
Gitme zamanı gelmişti. Sabah kalkıp akşamdan hazırladığımız valizi kapattık ve beraber havalimanına gittik. Orada bir kediyle konuşmaya başladı. Hem kedi dilinde hem kendi dilinde bir şeyler diyordu. Ben de kenarda durmuş onu izliyordum. Komikti aslında. Fakat onda sevdiğim şey, kalıplardan sıyrılmış olmasıydı. Kendi dünyası vardı ve bu dünya dışarıdan daha huzurluydu. Sonunda göndermiştim onu. Ayrılmak zor olmuştu. Artık gözyaşlarımla bir deniz getirebilirdim bu şehre. Herkesi şaşırtabilirdim.
İlk zamanlar çok zor geçmeye başlamıştı. Baş ucuma bir defter koymuştum her gün bir sayfaya hissettiklerimi yazıyordum. Çünkü bir başıma kalmıştım aniden. Bu benim için öğrenilmesi zor bir şeydi. Sabahları kalkıp dolabımı açıyordum onun dolabına da uzun süre bakamamıştım. Ne garip insan her şeye nasıl da böyle anlam yüklüyor. Bu anlamlar insanı bozsa da engel olamıyor içten gelen bir dürtü gibi bu anlam yükleme olayı. Sonradan kazanılmış bir şey olamaz. Öğrenilmiş bir şey değil bu. Yemek yemek su içmek gibi. Elin suya nasıl gidiyorsa fark etmeden öylece anlam yükleyiveriyorsun. Gördüğün nesne yani gösterge zihninde anlamını bulurken açıklama anlamını da sen koyuyorsun ve bunlar aynı zaman doğrultusunda oluyor. Zamanla oluşan bir şey de değil yani bu. “Gösterge - zihninde bulduğu kelime karşılığı - ve herkesten bağımsız sende çağrıştırdığı anlam” işte bunların hepsi aynı anda beliriveriyor.
Bir ay geçti üzerinden ve bir kez bile konuşamadık. Telefonla bağlantısı da yok zaten nasıl olsun kim izin verir oradayken. Bir ay geçti ve on bir ay kaldı. Azı gitti çoğu mu kaldı şimdi? Böyle şeyler düşünmemeliyim. Sayarsan bereketi kaçar derlerdi bir de. E o zaman sayayım da bereketi kaçsın. Hemencecik bitsin. O yokken bütün yapmam gerekenleri yapmalıyım. Böyle konuşmuştuk. O yokken sanki zihnim çok rahat olacak sanki ben dünyanın en sağlıklı insanı olacaktım da her şeyi yapıp halledecektim. Daha ilk aylardan yataklara düşüp depresyonlara girmiştim. Kışın depresif olurdum onu biliyordum ama bu öyle böyle değildi. Kalbimin kesikleri çokça sızlıyordu. Derinden acı duyuyordum. Sanırım hasret denen şeyin ta kendisiydi bu hissettiğim şey.
Bir gün kalktım ve ağlayarak uyandım. Bu nasıl bir acı Ya Rabbim! Hasret ne büyük ne haşmetli bir duygu. Böyle uyanmıştım. Rüyalarımda sürekli onu görüyordum. Beynimde tonlarca düşünce dolanıp duruyordu. Aklıma hiç gelmeyecek şeyler geliyordu. Kalktım ellerimi yüzümü yıkadım. Onunla güzel anılarıma baktım. Fotoğraflardaki hallerine çok gülüyordum. Bir videosu vardı nikahtan ellerini yumruk yapmış yanaklarına getirmiş dişlerini gösteriyor. Bu videoyu beş kez falan izleyip ağlayarak güldüm. Bir fotoğrafta bir elinde karpuz bir elinde kavun vardı yine öyle deli gibi gülüyordu. Bunlara bakınca o gözlerinin derinliğini görüyordum. Bu çocukta aradığım her şey vardı. En çok da huzuru hissediyordum gözlerinde.
“Hayat güzel seninle
Gözlerin gülünce gözlerime
Ayakların adımlarken yanımda
Hayat güzel seninle
Aldığım her nefes yanında
Birlikte geçirdiğim her anda
Seninle yağmurda suda çamurda
Hayat güzel seninle”
Bir anda dökülmüştü bunlar dilimden. Hemen oradan bir kağıt alıp yazdım bunları. Allah’ım bir de şair olmadığım kalmıştı. Gerçi eskiden beri yazardım şiir ama şairlik yoktu bende bilirdim. Kalktım üzerime bi elbise geçirdim. Başörtümü yaptım. Dışarı çıktım. Markete gidip kahvaltılık bir şeyler alacaktım bugün izin günümdü. Markete geldiğimde kapının orada onunla her buradan geçtiğimizde durup konuştuğu kedi vardı. Ben de durdum ve konuştum. “Merhaba kedicik! Bu sefer yalnızım. O gelmedi henüz. Aslında az da kaldı biliyor musun? Şunun şurasında ne var ki?” dedim. Kedi bana burnunu kaldırdı. Ardından ayağa kalktı esnedi. Totosunu döndü umursamazca. “O olsa böyle yapamazdın Allah’ın tekiri.” dedim ve markete girdim.
Çıkarken içimden yazdığım şiiri okuyordum. Baya da güzel olmuş, hoşuma da gitmişti. Bu şiiri de tamamlayıp onun için hazırladığım kutuya koymaya karar verdim.
“Hayat güzel seninle
Her şeyi yeniden öğrenmek
Koşar adım atlamak bilmediğim şeylere
Öğrenmek, bocalamak, üzülmek bile seninle” olmadı sanki. Ama baya da iyi hissettirdi. Sonuna da “Hayat güzel seninle sevgilim” desem. Sonuçta güzel olması değildi önemli olan. Önemli olan ona hissettiklerimi aktarabilmemdi. Şiir yazdığımı da herkesten saklıyordum. Ne de olsa bu biraz da mahrem bir şeydi. Bir de günümüzde şiir yazmak pek de tamah edilecek bir şey değil. Şairler haşa kendilerinin vahiy aldığını falan zannediyorlar. O anlamsız ucube cümlelerini şiir diye dergilere yapıştırıyorlar. Zaten dergiler de aile apartmanları gibiler. Neyse, bundan bana neyse! Bu yazdıklarımı da kutuya koydum. Bu kutuyu onun yanına gidince hediye olarak ona vereceğim.
Aylar geçmişti ona kavuşmama çok az kalmıştı. Kutuyu da oldukça doldurmuştum. Kendi ellerimle bir atkı örmüştüm orada takar diye. Ona yazdığım notları, şiirleri koymuştum. İlk sinema biletimiz ve tiyatro biletimizi, önemli günlerden bazı fotoğraflarımızı, en sevdiği kitabı ve onun için aldığım bi kaç kıyafeti de koymuştum. Bir de defter almıştım orada o da bana bir şeyler yazar diye.
Yolculuk zamanı gelmişti. Bu yolculuğu kimseye haber vermeden yapacaktım. Ailem, arkadaşlarım duysalar içleri rahat olmazdı. Yanıma çok bir şey almadım. Arabamın bakımını yaptırdım. Bavulumu hazırladım. Yanıma yiyecek çantaları hazırladım. Alacağım koliyi aldım. Hepsini arabaya yerleştirdim. Yanıma bir de antoryum çiçeği aldım. Yirmi dört saatlik bir yolum vardı. Bu yol için listeler hazırlamıştım. Yirmi dört saat bana çok gelmiyordu. Sonuçta ona kavuşacaktım. İlk başta sureleri açtım onları dinleyerek ilerledim. Yolculuk gayet iyi ilerliyordu. Ardından şarkı listem çalmaya başladı. “Men istedim” çalmaya başladı. Yanımdaki kutuya baktım bir an. İç geçirdim. “nə olardı, qayıtsaydıq o gözəl günlərə?” Oldukça içli de bir tercihti bu şarkı. Allahtan repti de yolda iyi gidiyordu. Yoksa kenarda durup bir yerlerimi kesebilirdim.
Yolun bir kısmını tabii az bir kısmını gitmiştim. Arabayı bir tesise çektim. Biraz uyuyup dinlenip öyle devam edecektim. Tesisin mescidine gittim. Namaz kıldım biraz uyumaya koyuldum. Rüyamda bir suyun içindeydim. Rengarenk balıklarla karşılaştım ve onlarla yüzmeye devam ettim. O kadar güzeldi ki renkleri suda yansıma bile oluyordu. Yosunlar dokunuyordu her yerime böyle içimi bir garip hissediyordum. Sanki bana bir şeyler anlatıyorlardı. Uyandım.
“Bir yosuna vardım sonunda
Bana senden bahsetti
Böyle bir hayat olabilir dediğinde çok da inanmadım
Griydi denize dalmadan gökyüzü”
Uyanır uyanmaz bunlar döküldü dilimden. Hemen bi kağıda yazdım. Kalktım bir şeyler yiyip yola devam ettim. Listeyi başlattım. Püü tibet şifa flütü. Allasen bununla yol mu gidilir. Değiştiremedim de çoktan yola çıkmıştım. Derken çok şükür ışıklara vardım. Hemen değiştirdim. Allahım ne saçma bir listem varmış. “Nefsin der ki daha zamanın çoktur. Kimsenin elinde senedi yoktur. Vallahi billahi hesabın zordur.” Şimdi de bu çalıyor. Bunda da anlam aramazsın artık zihnim. Yan koltuğa baktım. Bir gülme geldi. Sanki yanımdaki kutu O’ymuş gibi davranıyordum. Olsun be seninle de böyle yolculuk yapmamız yakındır dedim iç çekerek.
Yol öyle akıcı geçiyordu ki bir an kendimi gerçekten süzülüyor gibi hissettim. Ovalar, dağlar, düzlükler, bağlar bahçeler geçmiştim. Hâlâ varamamıştım. En yakın tesiste durup biraz daha dinlenmem gerekiyordu. En yakın yerde durdum. Yemeğimi yedim çayımı içtim. Derken dalmışım olduğum yerde. Rüyamda aynı yerdeydim. Suyun içinde yüzüyorum. Ellerimi uzattıkça dalgalar göründü. Öyle edalıydı ki ellerimle dalga yapıp onları seyretmeye başladım. Gözlerime çöpler geliyordu. Dalgalarla gidiyordu. Sanki suyun altında nefes alabiliyordum. Uyandım. Elime hemen kağıt kalem aldım:
“Su dalgalanıyordu ellerimi uzattıkça
Sanki bir şarkı notasıydı
Kulağıma gelen her tınıda
Hayat şarkısını söylüyordun
Gözlerime değen çöpleri
temizliyordu dalgalar
Bir balığın solungaçları gibi
Solungaçlarım vardı
Ve bu senin çizdiğin bir resimdi
Bana nefes almayı öğreten
Sen olmuştun”
Ben böyle güzel şiir yazmayı nerden öğrenmiştim? Allah’ım yoksa ilham denen şey bu muydu? Derken kendimi çimdikledim. “Deli misin kızım, saçmalama. Allame falan değilsin şair hiç değilsin. Kalk yola devam et.” İçimdeki sesi dinledim. Çok da mantıklı konuşuyordu. Kalktım. Yola devam ettim. Şarkılar döndü. Tekerler dönmekten yoruldu. Beynim düşüncelerle raks etti. Boynum yan koltuğa takılı kaldı. Koltuktaki koli ağlayacak oldu. Derken çok az kaldı. Bu ellinci molam falan olacaktı. Ama ya mola vermesem gerçekten yirmi saatte varır mıydım. Yok tam hesap ettiğim gibi yirmi dört saatte varacağımı söylemiştim ona mektupta. Son mola mı vermek için ağaçlık bir yerde durdum. Cami ve bir çeşme vardı. Suyumu doldurdum. Elimi yüzümü yıkadım. Camiye geçtim. Namazımı kılıp biraz uzandım. Rüyamda yine sudaydım. Kaldığı yerden devam ediyordu rüyam. Hep böyle isterdik de olmazdı ya. Benimki sezonluk dizi olacaktı. Bir balık gördüm böyle tipi falan değişik rengi muazzam ona takıldım gittim. Hızlıca yüzüyordu. Ona yetişmekte zorlanıyordum. Aniden durdu yukarı doğru ilerlemeye başladı. Ben de peşinden gittim. Bi anda sudan dışarı fırladık. Su etrafa sıçradı başımız göğe doğruydu. Gökyüzü ne de güzel parlıyordu. O an uyandım sıcacık hissettim. Gülümsüyordum. İçim huzur dolmuştu. Kalktım ve ona kavuşmak için can atıyordum.
Dereler tepeler geçtim tam yirmi üç saat olmuştu. Etrafta koyunlar kuzular, çamlıklar vardı. Ortam o kadar güzeldi ki. Sol tarafımdan ara ara cama bakıyor sonra da kutuyla gözgöze geliyordum. Dağlar bayırlar geçtim. Artık varmıştım. Evet burası korunaklı bir bölgeydi. Onun dışında kimse gideceğimi bilmiyordu. Arabayla güvenliğe doğru ilerledim. Kimin eşi olduğumu söyledim. Kapıyı açtı. Karşımda o duruyordu. Ellerimden terler döküldü o an. Kalbim kanatlanıp uçacak gibi oldu. O kesikler dikildi bir anda. Arabayla tam onun önünde durdum. Elime kutuyu aldım. Arabadan çıktım.
“Bir balığın rengine takılıp gittim
O ne muazzamdı
Onu görünce acılar da su da rahatsız etmedi
Görmez olmuştum
Kafamı çevirdi balık
Ve o an açıldı gözlerim
Gökyüzü açıktı güneş göz kırpıyordu
İçim sıcacık olmuştu
Vatanım demiştim.”
diye dilimden dökülverdi onu görünce. Ben sahiden şair mi olmuştum?