Çin mendeburunun, Çin abdestsiz namazsızının uylamadığı Türk yoktur. Sanki dünyaya nerede mazlum bir Türk var, onun başına tebelleş olmak için gelmiştir. Simasına, kaşına gözüne ne diyelim? Allah yaratmış. Lakin o habis huyunu kendi kazıp çıkarmış fıtratından. Soysuz. Geçmiş zamanın birinde de musallat olmuş yine bir Müslüman Türk yurduna. İtoğluit. Ne etseler savamamışlar bu çekirge yiyicileri başlarından. Bir avuçlarmış. Bağırsalar seslerini kendilerinden gayrısı da duymazmış. Gidelim buradan demişler. Yoksa bunlar bizi gök ekin gibi biçecek. Bir zifiri gecede yanlarına üç beş çulu alarak yola koyulmuşlar. Bebeleri ağlamasın diye şekerli sormuklar hazırlamış analar bolca. Yaşlı anaları babalarını atlarına eşeklerine güzelce yerleştirmiş evlatlar. Yurtlarında ışıklar usul usul sönmüş. Kimisini açık bırakmışlar kâfir gittiklerini anlamasın da yolda baskın vermesin diye. Arkalarına baka baka uzaklaşmışlar evlerinden.
Bir bulut, ayın önünü de kapatınca etraf zifiriden de zifiri olmuş. Hani yanlarında yürüyeni seçemez olmuşlar. Çocuklar korkudan mızıldamaya, yaşlılar zaten zor tuttukları gözlerini yummaya başlamışlar. Kervanın öncüleri bakmışlar ki bu iş böyle olmayacak. Ormana sapalım da ayın bulutun arkasından çıkmasını bekleyelim bari, demişler. Yurtlarının ormanlarına sığındıklarında gözlerini göğe dikip beklemeye başlamışlar. Ellerini açıp Allah Teala’ya dualar kılmışlar. Sabaha kalırlarsa kâfir Çinlilerin ne edeceği belliymiş. Mendebur kere mendeburların. İçlerinden hangisinin duası kabul olundu bilinmez, etraf yavaş yavaş ışımaya başlamış. Kalkıp bakmış öncülerden birkaçı. Ne oldu da bu oldu diye işkillenmişler. Bakmışlar ki ormanda bembeyaz çiçekler başlarını yukarı çevirmiş, ışıl ışıl yanıyorlar. Hem de aynı anda. Ormanda ağaçların dibinde bu kopkoyu gecede ışık saçan bir sürü çiçek. Anlamışlar Allah’ın yardımını. Koşarak dönmüşler kervanlarının yanına. Yeniden yola düşmüşler. Etraflarında ışıl ışıl bir sürü çiçekle.
Ay buluttan çıkana kadar sürmüş çiçeklerin yârenliği. Kadınlardan biri gözü yaşlı, kökleriyle koparmış bu çiçeklerden bir demet. Yurtlarının toprağından da almış yanına. Suyundan da. İçinden beddua savurmuş, dışından dua kılmış.
Nice yürüdükten sonra gündüze varmışlar. Bir yerde konaklayıp dinlenmişler. Gözlerinin yaşını silmişler. Burada da kalamazlarmış. Çinli kitapsızlarından uzaklaşsalar da daha da gitmelilermiş. Gitmişler de. Gözleri arkada yürümüşler yürümüşler. Geride kalan evlerini görür gibi arkalarına baka baka dağları tepeleri aşmışlar. Nihayet kendileri gibi bir Türk yurdunun yamacına varmışlar. Oraya da konaklamışlar. Rahat bir nefes almışlar. Kazanlarını çatmışlar. Kendilerine ışık tutan çiçeklerden alan kadın, toprağı eşeleyip dikmiş bunları. Diplerine de memleketlerinin toprağını koymuş. Can suyu olarak memleketlerinin suyunu dökmüş çiçeklere. Yeniden yeşermenin, kök salmanın kimi yollarını bilirmiş. Yaşmağının kenarıyla nemlenen gözünü silip kalkmış çiçeklerin başından. Sonraki günlerde çiçekler çoğalmış, çoğalmış. Yeni yurdu iyice sarmış. Tam gece yarısı aynı anda açmaya devam etmişler ama ışık saçmamışlar. Halk, çiçeklerden vefalarını eksik etmemiş. Canlarını kurtarmak için aynı anda açan, bir de ışıklar saçan bu çiçekleri gece vakti çocuklarıyla izlemeye gelmişler bir süre. Bakımlarını güzelce görmüşler. Onların aynı anda açması eski yurtlarını hatırlatmış hatırlatmasına ya çiçeklerin buradaki varlıkları da bu toprakları vatan kılanlardan olmuş. Ama zamanla bir vazifeye dönmüş çiçeklere bakım yapmak. Çocuklar getirilmemiş başta. Sonra kendileri de sıraya koymuşlar bakım işini. Derken içlerinden biri, “Zaten yağmur bol maşallah. Ormanda diğer çiçekler nasıl kurumuyorsa onlar da kurumaz. Nöbeti bitirelim.” deyince nöbet de bitmiş. Ormanda, kıyıda köşede bir başlarına açmaya devam etmiş çiçekler. Halk, onların varlığına alışmış. Alışınca da unutmuş. Alışınca unuturuz.
Bu ahalinin kocaları ölüp toprak olunca. Gençleri koca, çocukları da genç olunca. Ve bu hâl yılları aşa aşa devam edince. Çocuklar genç, gençler koca, kocalar toprak. Kocalar toprak. Gençler koca. Çocuklar genç. Silsile yılları devire devire devam etmiş. Eh, Çin’i de unutmuşlar. Hainliklerini de. Hatta gidip Çinli kızlara gönül düşürenleri bile olmuş. Ellerinden tutup analarının karşılarına getirmişler işte gelinin, diye. Gelinlere dik dik bakmış analar. Gelinler analara dik dik bakamamış. Baktılarsa da anlaşılamamış. Her şey susmuş. Susmak, ağzını açmamak demek değildir her zaman. Kabuldür de. Kabul etmek de susmaktır. Kabul etmişler yani. Zamanla ormanların yerinde koca koca binalar yükselir olmuş. Kurtla kuzu, eşekle deve, öküzle ayı aynı binalarda iç içe yaşamaya başlamışlar. Kimin elinin kimin cebinde, kimin gözünün kimin huzurunda olduğunu bilmedikleri zamanlara ermişler. Kulaklar sağırlaştığından birbirlerine bağırarak anlaşan insanlara dönüşmüşler. Aynada yüzlerini görmüşler ama bu yüz ne halt yer onu kestirememişler. Freni patlak arabaya dönmüşler. Breh breh breh.
Bir zamanlar dikilen o çiçekler, yine kıyıda köşede var olmaya devam etmişler. Binalardan, parklardan fırsat buldukları yerlerde başlarını uzatmışlar. Evet, parklarda da gizli gizli yer edinmişler. Çünkü belediyelerin çimlerinin, bodur anlamsız çalılarının, donuk güllerinin mekânıymış oralar. Parklardan sorumlu görevliler; ayrıksı olduğunu düşündükleri bitkileri sökerler, peşine bir de kurutucu zehir sıkarlarmış. İşte buna rağmen var olmaya devam etmişler. Geceleri aynı anda açmışlar birbirlerinden habersiz. Çok başka başka yerlerde olduklarından kimse onların aynı anda açtığını fark etmemiş. Zaten fark edecek ne vakitleri kalmış ne dimağları.
Gürültü artmış. İnsanlar artmış. Hız artmış artmış artmış artmış. Çiçekler azalmış azalmış azalmış. Bir gün en son çiçek, parktaki bir çocuk tarafından yerinden edilip annesine Anneler Günü hediyesi olarak verilmiş. Anne de üç dakika kadar mutlu olup bir bardağın içine yerleştirmiş. Biraz da su koymuş tabii. Vicdanlı kadınmış. Mutfağın bir köşesine yerleştirmiş. Bir daha da bakmamış. Çiçek solup gidince kaldırıp çöpe atmış. Son çiçek de öylelikle yitip gitmiş.
Masallara bayılırız. Masallara inanmaya da bayılırız. Bir prens, bir yola çıkar mesela bir masalda. Sanki bizim kapımıza gelecekmiş gibi umutlanırız.
Bir gün yazarın teki, bir ikindi vakti geçmiş bilgisayarının başına. Ne yazsam ne yazsam diye gözünü uzaklara dikmiş. Uzakları görememiş ama karşı binadaki pazar arabasını görmüş. Biraz başını kaldırarak bakmayı denemiş. Eh, ucundan görmüş uzakları. O zaman düşmüş aklına, bir çiçek masalı yazsaymış ya. Onlar gecenin bir vakti aynı anda açsaymış ya. Işıklar saçarak yurdundan edilen bir topluluğa yârenlik etselermiş ya. Sonra halk, uzun yıllar onların varlığını bile bile mutlu mesut yaşasalarmış ya.
Hay aklımı seveyim be, demiş. Yanağından bile sıkmış kendisinin. Çilekli sütünden keyifle bir yudum içmiş. Heyecanla yazmış yazmış. Bitirince koltuğuna şöyle bir yaslanmış. Masalının altına da adını iliştirmiş:
Fatma Ünsal :)