Aynalar Sarayı

Fatma Ünsal

Filanca ülkenin hükümdarının takdir edersiniz ki dünyalar güzeli bir eşi olmalıydı. Yani hanım sultanlar, akıllarının yanında güzellikleriyle de nam salarlardı. En azından benim tanıdığım hanım sultanlar öyleler. İşte bu ülkenin de dünyalar güzeli bir hanım sultanı vardı. Ben de onun birinci derece hizmetkârlarından biriydim. Sultan Nergis, öyle güzel öyle akıllı bir kadındı ki ülkeyi kocası Hükümdar Behram yönettiğini sanırdı. Sansın. Sandıkça mutlu oluruz. Öyle değil mi?

Ülke sakin ve huzurlu bir ülkeydi. Kimin eli kimin cebinde belliydi. Eğer kişinin eli başkasının cebindeyse o el ossaat kesilirdi. Sultan Nergis, özellikle sağlam bir haberleşme ağı kurdurmuştu ülkede. Kocası Behram’dan önce onun kulağına gelirdi gelenler. O da sanki olanı seziyormuş gibi hareket eder, kimi tedbirler hususunda Hükümdar Behram’ı uyarırdı. Şimdi bu adam, bu kadına nasıl hayran olmasın? O da gerekli tedbirleri aldırır, ülkede huzur ve güvenin idamesi sağlanırdı. Behram mutlu, Nergis gururlu ve güzel kendi yağlarında kavrulup giderlerdi.

Saraylarına “Aynalı Saray” derlerdi. Ben ilk hâlini bilirim de neydi o öyle? Bomboş, sade mi sade bir saray. Hükümdarın ilk karısı sönük bir kadındı. Aynaya bakmaz, kendine bakmazdı. Allah rahmet eylesin tabii, ölünün arkasından konuşmak da doğru değil ama insan onunla dolaşırken hayattan soğurdu. Ağızların tadını kaçıran ölümü sıkça anardı. Erkenden de öldü. Ciğerlerindeki marazı onu bir senenin içinde gerçek yurda götürdü. İsmi neydi eski sultanın ismi ismi…Hah, Mihrigül. Gül gibi de narindi hani. Gül gibi güzel. Dikensiz bir gül. Allah mekânını cennet etsin yine de. O kadar ekmeğini yedim. Şerbetinden içtim. Neyse ne, Mihrigül Sultan ölünce yerine benim canım sultanım geldi. Pürneşe, pürtebessüm, pürdünya. Ağızların tadını kaçıran ölümü bir kere bile ağzına almazdı. İşi gücü güzelliği, akıl oyunları ve jurnal faaliyetleriydi. Ülkenin en dedikoducu kadınlarını toplamıştı bir keresinde saraya. İzzetüikramlar oluk oluk akıtmıştı önlerine. Sonra tek tek konuşmalarını dinlemişti dikkatle. Gözünün tuttuklarına sonradan haber yollamış, saraya geri çağırmıştı. Siz demişti benim elim ayağımsınız artık. Ülke size emanet. Ağzım açık kalmıştı bu feraset karşısında. O gelince saray da harketlenmişti anlayacağınız üzere. Ah benim izzetli, ikramlı, alımlı, çalımlı, havalı ve dünyalık sultanım ah!

Sultan Nergis, saraya belki yüz tane aynasıyla geldi. Çeyizinde birbirinden görkemli aynalar vardı. Odasını bunlarla döşedi. Baktı ki koca sarayın geneline vurulduğunda metrekareye azıcık ayna düşüyor, Hükümdar Behram’dan daha fazla ayna talep etti. Hükümdarlar vur deyince öldürürler bilirsiniz. Gerçi bilir misiniz bilemedim. Siz hayatınızda saray hiç gördünüz mü, hiç hükümdarın yanında yöresinde bulundunuz mu da bileceksiniz öyle değil mi ya? Behram, sarayın koridorlarını aynalarla donattı. Mutfağa bile Sultan Nergis arada inebilir diye aynalar yerleştirtti. Başımızı çevirdiğimiz yerde kendimizi görür olduk. Kendimizi gördükçe de kimi kusurlarımızı. Bu biz kulları mutsuz etse de Sultan Nergis hâlinden çok memnundu. O memnun olunca da Hükümdar Behram memnun oluyordu.

Sultanımın ayna merakını duyan başka başka ülkelerin hükümdarları, sarayımıza gelirken ayna hediyeleriyle gelmeye başladılar. Çin’den Maçin’den ne bileyim kâfir Batı Roma’dan, Arap diyarlarından çeşit çeşit boy boy aynalar gelip duruyordu saraya. Hükümdar Behram baktı ki sarayın içi doldu, bahçesinin aynalarla donatılmasını salık buyurdu. Nergis’im bahçede salınırken de kendisini görsün, dedi. Yalnız yağmuru var çamuru var. Her gün özenle temizlensin aynalar. Bu aynaların temizliği için ayrı bir kol vardı. Özenle silinip paklanırlardı her gün. İş böyle olunca da sarayın adı Aynalı Saray olarak nam saldı.

Sultan Nergis, aynaları her gün ziyaret ederdi sanki mübarek yatırlarmış gibi. Göz ucuyla baka baka her bir aynada melek-sima yüzünü gördükçe neşelenirdi. Cenâb-ı Zülcelâli ve’l-İkram verdikçe vermişti sultanıma, baksındı tabii. Bahçeye geçerdi sonra. Ağzına kadar gül, sümbül, lale olan, güzel mi güzel bir bahçesi vardı sarayın. Büyük bir bölümü nergislerle bezeliydi. Rayihaları daha sarayın iç kapılarına kadar gelir, bahçeye çıktığımızda da bizi kendilerine ram ederlerdi. Sultan Nergis’in Hükümdar Behram’ı neden bu denli etkisi altına aldığını o vakitler düşünürdüm. Bu bitkilerin ruhu, sultanımın ruhuyla ikizdi sanki. Bir gün sarayın bahçesinde dolaşırken başkalfalardan biri sultanıma yaklaştı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Ah bu kulağın acziyeti. Merak ettim ama duyamadım ki. Sonra sultanım hışımla içeri geçti. Ben de takıldım ardı sıra. Misafir salonuna girdiğimizde haber ağından sorumlu kadınlardan ikisini başları önde bekliyor bulduk. Anlatın, diye ünledi. Kadınlardan biri çantasından bir nesne çıkardı. Tedirgince Sultan Nergis’e yaklaştı. “Sultanım,” dedi. “Bunu kâfir Fransa’da beyim görmüş. Adına da le ordinateur derlermiş. Ne demek yani bu dedim. Düşündü düşündü. İlimleri sayıp döken bir cihaz, demektir dedi. Bizim mesleğin sonu geldi demek ki.” dedi hüzünle. Sultan Nergis dikkatle dinliyordu kadını: “Bırak şimdi duygulanmayı. İnsana ihtiyaç hep olur. Devam et anlatmaya, ne işe yarıyor yani bu le ordine bilmem ne?” diye sordu. Kadın boğazını temizledi: “Sultanım, bunda yine Fransız kâfirinin le internet dediği bir ağ da mevcut. Şimdi siz ağ ne anlamamış olabilirsiniz, çok normal. Başka ülkeleri gezdiğiniz mi var? Ancak sarayda dolaşıp aynalarda kendi simanızı geziyorsunuz ehuehu.” diye güya şaka yapınca, “Muhafızlar!” diye ünledi benim canım sultanım. Muhafızlar kadının yalvarmalarına aldırmadan koluna girip götürdüler onu. Diğer kadın yutkundu. “Bu densiz anlatmayı beceremedi. Ne ola bu internet? Sen devam et.” dedi benim biricik Nergis’im Sultan’ım. Kadın titreyerek anlatmaya koyuldu: “Efendim,” dedi. “Bununla dünyanın her yerinden bilgi alınır. Taa en uç memâlikten ne varsa bir tıkla getirtilir. Oraların yemekleri, kıyafetleri, evleri, sokakları parmaklarınızın ucunda olur.” Sultan Nergis, şüpheyle dinliyordu kadını: “Nasıl olacak o? Göster.” buyurdu. Kadın ürke ürke geldi, ilim sayarı açtı. Kara kara düğmelerine dokundu. Ekran ışıklandı. O zaman hepimiz kaçıştık. Kadın iyice anlattı. Tek tek gösterdi. Sultan Nergis, baktıkça büyüleniyordu. Biz de yavaştan yanına geldik, onunla ilim sayan makineyi izledik. Sultanım kadına dedi ki: “Şöyle en kalitelisinden ayna almak muradındayım. Bulabilir misin bununla?” İçimden dedim ki: “Yahu, daha nereye koyacaksın be kadın aldın aldın yığdın. İçimden dedim çünkü güzel sultanımın benim için iki dudağının arasından çıkacak lafın boyun aldırıcı olmamasını isterdim. Kadın tıkır tıkır bir şeyler etti. Ve Sultan Nergis’e gösterdi: “İşte, sultanım.” dedi. “Tam bir aya elinizde olur. Dilerseniz hemen sipariş verelim.” Sultan iyice yaklaştı ekrana. İyice iyice baktı. “Tamam,” dedi. “Bir aya gelmezse kelleleri gider ama. Tabii senin de kellene zeval gelir.” Kadın korkuyla onayladı. İçinden keşke mahallemin dedikoducusu olmaya devam etseydim diye düşündüğünü biliyordum ama ispatlayamazdım. Kadın elindeki tuhaf aletle çıktı gitti. Sultan Nergis koşarak Fransızların Belkıs’ın cinleri gibi dünyanın bir ucundan diğerine hızla eşya taşıtan, yemek taşıtan, müzik taşıtan le ordinateur dediği aleti ve internet nam zıkkımı Hükümdar Behram’a ballandıra ballandıra anlattı. Bunlardan sarayımıza getirtelim hemen, dedi. Daha diğer ülkeler uyanamadan gücümüze güç katar. Hükümdar: “Düşünelim hele.” diye cevapladı.

Bir aya kalmadı, sultanımın yeni aynası saraya ulaştı. Kocaman bir at arabasında getirdiler çekik gözlü herifler. Çelimsiz vücutlarıyla sırtlanıp Sultan Nergis’in odasına taşıdılar. Paketini sıyırıp aldılar. Sultanım heyecanla geçti karşısına. Bakar bakmaz çığlık attı bayıldı. Hükümdara haber verdik. Yatağına taşıdık. Tam bir saat baygın yattı. Şifacılar ayıltıcı buhurlarla başında dolanıp durdular. Herkes çıksın odadan,ihtiyaten bir kişi beklesin, dediler. Hemen atıldım: “Ben sultanımı beklerim, yoluna kurban olayım.” dedim. Annem duysa bu dediğimi, “Yağcı olma Firuzan, yağcılar kendisine saygısı olmayan insanlardır.” derdi. Doğru derdi. Ama ben yine de Sultan’ım Nergis’imi Yaradan’a kurban olurdum.

Herkes çıkınca merak ettim sultan aynaya bakınca niye bayıldı diye. Korkuyordum da. Ama merakım korkumdan üstün geldi. Ufak ufak yaklaştım. Üstündeki örtüyü sıyırdım aldım. Eğildim kenarından kendime baktım. Farklı olan hiçbir şey yoktu. Aynı Firuzan işte. Göz kenarları kırışmış, elmacık kemikleri tepe gibi Türkmen ilinin kavruk yüzlü Firuzan’ı. “Bu kadın da bir acayip.” dedim. “Nesi var ki aynanın? Aynı ayna işte. Hıh şuna bak. Firuzan bari pahalı aynada güzel gözükseydin.” Geri örtüyü örttüm, sultanımın başındaki sandalyeye oturdum. Nice sonra Sultan Nergis uyandı. “Ne oldu bana böyle?” diye sayıklar gibi sordu. “Bayıldınız sultanım.” dedim. “Şu uğursuz aynaya bakınca…” Öyle deyince birden gözünü açtı. “Ne uğursuzu? Sensin uğursuz.” dedi. “O bu dünyanın en iyisi en iyisi.” Hemen ayaklandı. Örtüyü sıyırdı, geçti aynanın karşısına. Döne döne kendisine baktı. Sanki az önce yatak döşek yatan kendisi değilmiş gibi. “Firuzan Firuzan bu olağanüstü güzellik ben miyim Firuzan?” diye diye döndü aynanın önünde. Şaşırdım, sultanım zaten çok güzeldi. Böylece dedim ona da: “Siz zaten çok güzelsiniz efendim. Neden şaşırdınız böyle?” Kıkırdadı genç kız gibi. “Diğer aynalarda gördüğümden katbekat daha güzel görüyorum kendimi. Onlar da ayna mıymış sanki!” dedi, hışımla odadan çıktı. “Muhafızlar! Gelin kucaklayın şu aynayı, benim yanımda gezdirin.” diye emir verdi.

Sultan önde, yeni alınan ayna muhafızların elinde arkada saraydaki tüm aynaları gezdik Sultan Nergis’le beraber. Aynaların yanında duruyor, bir onlara bir yenisine bakıyor, baktıkça seviniyordu. Hükümdar da geldi bir aralık ama sabredemeyip geri döndü. Bahçedeki aynaların önü de dâhil gün batana kadar dolaştık böyle.

Gün sonunda odasına girdiğinde emrini verdi: “Saraydaki tüm aynaları kırın!” Nasıl olur, diye söylendi başta muhafızlar. Sultan Nergis sinirlendi: “Kırın yoksa kellenizi alırım!” Bu mesele hükümdara gitmiş olacak ki sadrazamlarıyla geldi sultanımın yanına: “Yahu,” dedi. “Onların çoğu dostlarımızdan hediyedir. Hiç olur mu? Hem ziyarete geldiklerinde ne deriz?” “Ben bilmem.” diye çocuk gibi tepindi sultanım. “Onlar beni çirkin gösteriyor. Ben tek bu aynayı isterim. Yoksa ülkeyi terk eder, babamın sarayına giderim.” Hükümdar Behram, bu tehdide boyun eğdi. Saraydaki tüm aynalar, çatur çutur kırıldı. Sonra eşeklere yüklendi, saraydan uzaklaştırıldı. Ah benim güzel ama inatçı sultanım ah! Böyle etmeseydin ne vardı?

Aynalar kırılıp saraydan atılınca Aynalı Saray kaldı mı aynasız? Sadece aynasız kalınsa iyi, Hükümdar Behram düştü mü hasta yataklara? Öldü mü bir aya kalmadan? Onun ölümünü fırsat bilen düşmanları ele geçirmeye kalktılar mı güzelim ülkemizi? Ayna kıranın beli doğrulur mu hiç? Bizim de doğrulmadı. Ben bunu sultanıma diyecek oldum: “Hurafeden burnun çıkmıyor Firuzan.” dedi. “Ne alakası var ayna kırmakla ülkenin kötü gidişatının? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz?” Beni daha fazla konuşturmadı sultanım. Ben de bir gece herkes uyurken sarayı terk edip köyüme geri döndüm.

İşittim ki ben saraydan ayrılınca her şey yoluna girmiş. Hükümdar Behram’ın büyük oğlu tahta geçmiş. Düzen yeniden sağlanmış. Sultanım da yanına yeni bir başyardımcı almış. Benim yerime. Demek ki dedim, uğursuz olan ayna değil benmişim. Anam da onayladı: “Senin doğduğun yıl, köyde kıtlık olduydu.” dedi. “Saraya gittin orayı da karıştırdın. Ah başımıza kim bilir neler getireceksin.”

“Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz anne?” dedim. “Hurafeden burnun çıkmıyor. Evlada hiç öyle şeyler denir mi?” Sonra kapımız çalındı. Baktım ki saray muhafızları duruyor. “Sultan Nergis seni saraya bekliyor.” dediler. “Çabuk hazırlan.” Ossaat hazırlandım, anama veda edip ayrıldım. Sultanımın eteğini öpüp yeniden işime döndüm.

Bir gün odada sultanımın gözde aynasını temizlerken ayna devriliverdi arkaya. Eyvah! Ayna bin parçaya bölünüverdi. Tüh tüh! Ayna tuzla buz oluverdi. Of ki ne of! Ben toza dönüverdim. Ah ki ah! Bir rüzgâr odaya doluverdi. Oy ki oy! Aldı benim tozlarımı ve aynanın tozlarını sarayın bahçesine oradan da taa uzak memleketlere savuruverdi. Çok şükür çok şükür! Tozumuzu toprağa karıştırıverdi. Bak hele bak! Belki de bu hikâyeyi okuyanın çiçeğinin saksısına koyuverdi. Hay hay ki hay hay!