Ağaçların yapraklarını döktüğü, kuşların bilinmeyen şehirlere uçtuğu, benim son eşyamı da çantama koyup yola çıktığım bir sabahtı. Burada havaalanı yoktu. Bir yere gitmek için tek seçeneğiniz otobüstü. Ben biletimi dünden almıştım. Yerim belliydi, en azından otobüste. Otogara geldiğimde otobüsü peronda buldum. Hemen eşyalarımı yerleştirip, yerime kuruldum. Yanıma oturacak olan beyefendi de geldi. Kafama tebessümle baktığını görünce şapkamı çıkartmayı unutmuş olduğumu hatırladım. Çünkü eğer şapka olmasa şaşkınlıkla bakardı. Ben şimdilik adını söylemekten çekinen biriyim ve bu da benim hikayem. Başlıyoruz.
Şapkamı çıkarttım ve o andaki bakışı kaçırmamak için yanımda oturan beyefendiye baktım. Şaşkınlığı izlemeye değerdi.
“Merhaba.” dedim şapkamı önümdeki küçük çantaya yerleştirirken.
“Merhaba.Şeyyy, bakışım için üzgünüm.”
“Sorun değil.”
Aslında sorundu. Yıllarca bu sebeple özgüven sorunları yaşamış, birkaç yıl terapiyle insan içine çıkabilmiştim. İnsan içine çıkabildiğim ilk anda da doğduğum şehri ve hatta ülkemi terk etmiştim. Yeni bir başlangıç demiştim. Adı “NasılBirBaşlangıçİsterdiniz” olan bir ülkeye gitmiştim. Adı, her şeyin güzel olacağı hissiyatı uyandırıyordu. Olmadı. Her şeyin son bulduğu bu yerden şimdi yeni bir başlangıç için ülkeme dönüyordum. Doğduğum şehre gidecek ve kendime patates ekebilmek için bir tarla satın alacaktım. Adımın, kafamın ve yaşamımın hakkını verebilmek adına.
Otobüste tam arkamızda oturan teyze, kızına doğru eğilip duyabileceğim bir tonda “Adamın kafasına bak.” diye fısıldayıp kikirdedi. Duyamayacağım bir sesle söylemek çok mu zor, diye söylendim içimden. Sonra da dönüp “Buyrun daha rahat bakın.” dedim. Gerçekten de rahat rahat baktılar. Sadece onlar da değil, neredeyse tüm otobüs. Sonra tahmin yürütmeler başladı.
“Genetik bir bozukluk mu?”
“Ateşli bir hastalık mı?”
“Beyinsel bir şey mi?”
“Küçükken yere mi düşürdüler?”
“Hayır bence patates tarlasına düşürmüşler.”
Bu tahmin sonrasında bazıları gizlice, bazıları açıktan, bazıları kahkahalarla güldüler. Hiç tepki vermeden sadece önüme döndüm. Kulaklığımı takıp en eğlendiğim müzikleri açtım. Amacım otobüsteki herkesten daha çok eğlenmekti. Onları umursamadığımı, keyfime baktığımı görsünler diye ufak bir tebessüm de yerleştirdim yüzüme. Bakın ben patates kafayım ama sizden daha mutluyum diyordum aklımca. En önde oturduğumu ve yüzümdeki tebessümü sadece yanımdaki beyefendinin görebileceğini unutmuştum. Yüzümdeki sahte tebessüm bir süre sonra gerçeğe dönüştü. Gerçekten keyiflenmeye başladım. Keyifli olduğumu fark etmeyen arka koltuktaki teyze beni kibarca dürttü. Sanırım seslenmişti ama duymamıştım. Ona doğru döndüm. Bana börek ikram etti. Patatesli. Gönül mü almaya çalışıyor, dalga mı geçiyor anlayamadım. Açlığım bu ikilemimi bir kenara bırakıp ikram edilen böreği kabul etti.
“Teşekkür ederim.”
“Az önceki tavrımız için kusura bakma. Mizah seven bir ülkeyiz, bilirsin.”
“Evet, zorbalığı da seven bir ülke olma yolundayız, belki bilirsiniz.”
Teyze cevabımı duymazdan gelip asıl niyetini dökmeye başlamıştı.
“Bir taraftan da merak ediyoruz. Neden böyle olduğunla alakalı tahminleri boşver. Sen anlat. Yolumuz da uzun, hikaye seven de insanlarız. Ne dersin?”
Gülsem mi ağlasam mı, konuşsam mı sussam mı diye düşünürken neden bir hikaye anlatmıyorum dedim. Sonuçta hikayeler gerçek olmak zorunda değildir, değil mi? Bir dakika içinde kafamda anlatacaklarımı toparladım.
“Size bir hikaye anlatmamı istiyorsunuz. Tamam anlatayım. Kimler beni dinlemek ister?”
Otobüsün yarısı elini kaldırdı.
“Bundan yıllar yıllar önce, Niğde henüz bir köy iken Sazlıca’da yeller eser iken ülkemize bir uzay istasyonu kurma kararı almışlar. Bu istasyonu nereye kuralım diye uzunca düşünmüşler ve tüm tehlikeleri gözden geçirmişler. Deniz kenarı bir yere kuramazlarmış, su ile ilgili afetlerde istasyon su altında kalabilirmiş. Ülkenin fay hattını belirleyip oradaki şehirleri de çıkarmışlar. Uzay istasyonunun herhangi bir deprem anında uzaya yanlış anlaşılabilecek bir sinyal göndermesini kimse istemezmiş. Kalan şehirler arasında o piti piti yapmışlar ve Niğde seçilmiş. Uzay istasyonu, hazırlıklar başladıktan tam elli yıl sonra ancak tamamlanabilmiş. Gizli gizli taş taşımışlar, tesise giden yolları kapamışlar. Tesisi büyütebilmek için etrafına diktikleri fidanların ağaç olmasını beklemişler. Böylelikle elli yıl sonra istedikleri tesise kavuşmuşlar. Adı da Ellibirinci Bölge olmuş. Seneler sonra buranın ABD’de olduğunu zannedenler olmuş ama bu sadece odağı oraya çevirip aslını gizlemek içinmiş. Uzaya ilk sinyal atıldığında, uzay ile ilgilenen ve bu sırra ortak olan insanlar gizli kutlamalara başlamış. Tabii o sırada bu attıkları sinyalin, adı Sontaran soyadı savaş olan bir uzaylı türünü ülkemize çekeceklerini bilmiyorlarmış. Yaklaşık yüz tane Sontaran taşıyan uzaylı gemisinin Niğde’deki uzay istasyonuna inmeleri yaklaşık bir ay sonra gerçekleşmiş.”
Hikayenin bu kısmında biraz durup dinleyenlerin yüz ifadelerine baktım. Çok azı ne anlatıyor bu, der gibi bakıyordu. Bir çoğu, merakla sonraki söyleyeceğim cümleyi bekliyordu.
“Eeee hadi devam et, sonra ne olmuş?”
Konuşan arka koltuktaki teyzeydi. Verdiği patatesli börek hatırına devam ettim.
“Sontaranların belli kuralları varmış. Neyseki ellerindeki son teknoloji silahlarla hemen saldıraya geçmemişler. Önce güzellikle sonra silah zoruyla ülkenizin onlara teslim olmalarını istemişler. Müzakereler başlamış. Bizimkiler, gönderdikleri sinyalin dostça bir sinyal olduğunu, misafirperver insanlar olduğumuzu, ülkemizde istedikleri kadar konaklayabileceklerini anlatmışlar. Ben kısaca bahsediyorum ama bu görüşmeler birkaç hafta sürmüş.”
“Nasıl ikna olmuşlar?”
Hikayeye atlayan genç çocuk bakışlar ona dönünce utangaç tavırlarla görünmeyeye çabaladı. Pek başarılı olduğu söylenemezdi.
“Haklı bir soru. İkna olmasalar şimdi dönecek bir Niğde’miz olmayabilirdi. Görüşmelerin sürdüğü birkaç hafta boyunca yedi bölgeden ülkenin en iyi aşçılarını getirmişler ve en iyi yemekleri yaptırmışlar. Bu lezzetleri tadan Sontaranlar savaşmak yerine daha çok yiyebilmek için görüşmeleri uzatmışlar. En sonunda da savaşmaktan vazgeçmişler. Bunun yerine ne zaman bir zafer kazansalar kutlama yapmak için ülkemize geleceklerini söyleyip ayrılmışlar. Rivayet edilene göre o sırada klonlanma süreci tamamlanmayan bir Sontaran yanlışlıkla gemiden düşmüş. Klonlanma süreci tamamlanmadığı için tıpkı bir bebeğe benziyormuş. Uzay gemisini ve ondan düşen bu uzaylıyı gören bir aile, minik Sontaranı evlat edinmişler. Zamanla Sontaran insan DNA’sına uyum sağlamış ve insani özellikler geliştirmiş. Sadece kafasının görünüşü hâlâ bir Sontaranı andırıyormuş. Bu kişi, bir dönem ülkesinden ayrılıp sonra geri dönmüş. Geri dönerken de bulunduğu otobüsteki insanlar onu rahatsız edince maalesef türünün bir özelliği olan savaşmayı seven ruhu canlanmış. Keşke otobüsteki insanlar hiç onunla muhattap olmasalarmış.”
Hikayeyi burada bitirdim ve insanların hafif tedirgin yüz ifadelerine baktım. Bazıları gerçekten insan olmadığıma inanmışlardı. Onlara anlattığım hikaye, bir zamanlar ablamın seni çöpten bulduk demek yerine bana anlattığı bir hikayeydi. Kendimi tutamayıp bir kahkaha attım. Benim bu gülüşüm ortamı biraz yumuşatmıştı.
“Bu sadece bir hikaye. Gerçek olan annemin bana hamileyken patates tarlasında çalıştığı için sürekli patateslere bakması ve benim gerçekten de biraz patatese benzemem.”
“Çok saçma. Elma bahçesinde çalışsa elmaya mı benzeyecektin?”
Arka koltuktaki teyze hikayeye inanmayı daha çok istiyor gibiydi.
“Evet. Ablama hamileyken elma bahçesindeymiş. Ablamın gerçekten bir elma güzelliği var.”
Bu yıllarca üzüldüğüm bir başka konuydu. Bana hamileliğinin kışa denk gelmiş olması ve patates tarlasında çalışması benim suçum değildi. Ama hayatım boyunca bunun acısını kalbimde taşımıştım ve taşıyacaktım. Dönünce Niğde Belediyesine gidip hamile kadınların patates tarlasında çalışmaması için bir dilekçe vermeyi düşündüm. Evet, bu güzel bir önlem olurdu.
Yolculuğun kalanında kimse benimle muhattap olmadı. Sanırım hikaye biraz etkili olmuştu. Ben de kulaklığımı takıp şarkılarıma döndüm yeniden. Yolculuğun sonuna doğru arka koltukta oturan teyze beni dürtüp adımı sordu. Galiba arkadaşlarına olayı anlatırken patates kafalı adam demek yerine adımla hitap etmek istiyordu.
“Patates.”
“Adını sordum evladım şeklini değil.”
“Adım Patates.”
Bu da ailemin bana başka bir şakasıydı.
“Ablanın adı da Elma mı?” derken teyzeyi bir gülme aldı. Sadece gülümsedim ve önüme döndüm. Evet, ablamın adı da Elma. Tek şakayı bana mı yapacaklardı?
Yolculuğun sonuna gelmiştik. Elma beni almak için otogarda bekliyordu. Birbirimize sarıldık. Patates ve Elma. Ev yolunda ben yokken neler olduğunu kısaca bir özet geçti. Annemin en sevdiğim yemekleri yaptığını da ekledi. Patatesli börekten sonra hiçbir şey yememiştim. Annemin yemeklerini hayal edince midemde guruldamalar başladı. Evimize yaklaştığımız sırada bahçemizde garip bir araç olduğunu gördük. Yaklaşık olarak bir ev büyüklüğündeydi. Uzaylılara inansam bunun bir uzay aracı olduğunu iddia ederdim. Merakla arabadan inip bahçeye ilerledik. Aracın ötesinde bahçemizdeki masada annem, babam ve suratları bana benzeyen iki kişi gülerek muhabbet ediyorlardı. Elma’ya baktım.
“O günün geleceğini biliyordum.” dedi. Bense hayatımda ilk defa ablamın bana seneler önce anlattığı hikayenin gerçek olabileceğini düşünüyordum.
İrem İlayda Karkı
Hikayede bahsi geçen Sontaran ırkı: