Anne karnındayken karakterimizin bir kısmı yazılı oluyor. Dünyanın en şerefsizi, annesinin karnında elbette şerefsiz bir fetüs olarak var olmuyor. Zaten bu kelime, fetüsün yanına da hiç yakışmıyor. Fetüs, bebek olarak dünyaya adımını bir atıyor sonra başlıyor işte. Ev okul. Dışsal faktörler yani. Skinner burada başını uzattı, bana mı seslendiniz diyor. Geri çekil. Az ötede bir makale duruyor bak. Oraya hadi oraya.
Hemşire, bebeğin yenidoğan takımını giydirirken mekanik hareketlerle yapıyordu işini. Daha ham bir et olan bebek kolunu bacağını öyle rahat hareket ettiriyordu ki yüzünün keskin ifadesi, uzaktan bakana önündekini kendi tasarlamış hissi bile verebilirdi. Haşa. İşini bitirdi. Kundağa sararken bebeğin yüzüne bakma ihtiyacı hissetti. Ödül gibi. En güzele en son bakmak ödülü. Yüzünü buruşturdu bakınca. Kızıl bir surat, önünde gözünü zar zor açıyordu. Kafası yamru yumru. “Gerçi,” diye geçirdi içinden “Başta böyle oluyorlar ama sonradan güzelleşiyorlar. Sen de güzelleşirsin mutlaka değil mi patates kafa?” Bebek bu sözü anlamış gibi kolaylıkla açtı gözünü. Hemşireyle göz göze geldiler. Söz geldi dolaştı, ameliyathanedeki konuşmaları saymazsak dünyanın bu ilk ciddi lafı bebeğin kulağından içeri girdi. Bilinçaltına kuruldu.
Hemşire, bebeği annesine uzatırken kendine yeni yeni geliyordu kadın. Esrik bir dil dolaşıklığıyla, “Ne güzel bir bebek değil mi? Değil mi hemşire hanım? Değil mi anne? Hı ne kadar da güzel.” diye çevresindekilere sorup duruyordu. Hemşire gülümsemekle yetindi, “Gözünüz aydın.” deyip odadan çıktı. Dürüstlük abidesi kocası eğildi, baktı yavrusuna. Sonra karısının saçlarından öptü. “Büyüdükçe güzelleşecek tabii.” dedi. Kızın annesi patavatsız damadına göz devirdikten sonra aldı sazı: “Pek güzel maşallah yavrum.” dedi. “Aynı babaannesine benziyor.” İçinden, “Kafası da ne yamuk yumuk duruyor bunun tövbe.” diye geçiriyordu. Allah’tan utandı.
Bebeği eve getirdiler. Kırkı dolmadan misafir kabul etmediler. Kırk birinci gün eve komşular, akrabalar yığılmaya başladı. Anne daha ne anneliğine ne bebeğine alışabilmişti ama milletin lohusa evinde sarma çatallaması gerekiyordu. Kusurcu bir komşunun kucağına aldığı bebeğin pamuk birikmiş mi diye kulağını gıdık altını çaktırmadan kontrol etmesi lazımdı sonra. Anne, oğlunu kucağından ayırmadı. Zorla aldı ama yakın akrabalardan biri. Tam agucuk gugucuğa girişecekti ki bebekle göz göze geldi. “Pek de tatlı maşallah.” diyebildi sade. Geri annesine verdi. Bizim Sezen de böyleydi bebekken, diye geçirdi içinden. Kafa bu, düzelir. Allah karaktere zafiyet vermesin. O gün bebeği görenlerin yekûnu böyle düşündü. Kafa bu, düzelir. Ama karaktere zafiyeti Allah mı verir?
Okul yılları geldi çattı. Yani etiket yılları. Yani o Everestlerde gezen öz güvenlerin çaat diye yere serildiği, etiketlerin havada uçuştuğu yıllar. Annesi babası özenle hazırladılar oğullarını. Öğretmeniyle tanışmak için beklediler okulun ilk günü. Öğretmen, sevgiyle okşadı çocuğun başını. Gözünün hizasına kadar eğildi: “Uslu durursak bir aya bayağı harf öğreniriz değil mi canım?” dedi. Uslu durmanın ödülü demek ki harf öğrenmek, diye düşündü çocuk. Anne baba birbirlerine gülümseyerek baktılar. İsterseniz siz de gelin sınıfa, dedi öğretmen. İlk gün velilerime izin veriyorum. Sevindiler. Oğullarıyla sınıfa girdiler. Ön sıra boştu. Oraya oturttular.
Bir sürü çocuk, onlardan daha fazla veli vardı sınıfta. Öğretmen bu curcunanın ortasında kurallar sıralıyordu. Beslenmeye organik malzemeler konulmalıydı. Çikolatalı ekmek istenilmeyen elemandı mesela. Evlerine kavanoz kavanoz kahvaltılık çikolata taşıyan anneler; kafalarıyla öyle bir onay veriyorlardı ki bu maddeye, görenler onları Rafine Şekerle Mücadele Derneğinin kurucuları sanırdı. Sonra çocuklardan biri, yanında oturan çocuğu fark etti. Bir rüyadan uyanmış gibiydi. Tüm bu curcunanın ortasında annesine dönerek bağırdı: “ Anne bunun kafası neden patates gibi?” Gürültü yavaş yavaş söndü. Sınıfta dikkate değer tek cümle bu oldu: Bu çocuğun kafası neden patates gibi? Anne baba bir an şaşırdıktan sonra sarıldılar çocuklarına. “Terbiyesiz,” dedi anne. “Ne biçim terbiye vermişler sana?” “Asıl terbiyesiz sana benzer,” dedi diğerinin annesi. “Hem yalan mı söylüyor. Yamru yumru kafası. Doktora götürmek aklınıza gelmedi mi bunca yıl?” Öğretmen müdahil olmaya çalıştı. Sonra diğerleri de konuşmaya başladı. Sonra çocuklar gülüşmeye başladı derken ortalık toz duman oldu. Curcunanın ortasında sadece biri sessizce duruyordu. Kafası ellerinin arasındaydı.
O gün oğullarını okulda bırakmadılar. Bugünlük izinli olsun, dedi öğretmen. “Hep senin yüzünden,” dedi kocası kadına yolda. “Götürelim şu çocuğu doktora dedim anlamadın. Bak, başladı işte yakıştırmalar.” Kadın yolun ortasında kurulmuş gibi durdu: “Doktor ne yapacaktı? Kafa nakli mi yapacaktı? Zekâsında sorun yok ki. Ne olacaktı doktor yollarına düşünce?” Adam hem yürüyor hem cevap yetiştiriyordu: “İşin gücün zekâ zekâ zekâ! Tamam en zeki sensin. Yahu bak patates kafa dediler oğlana. Her gün derler artık her gün. Kim ne yapsın zekâyı?” “Ne demek kim ne yapsın? Zekâ her şeyin üstesinden gelir. Oğlum da gelecek. Görürsün.” Oğlunun o esnada kafasının içinde arkadaşının görüntüsü ve dedikleri bininci kez gösterime giriyordu. Hemşirenin o ilk cümlesi de oturmuş bu gösterimi izliyordu: Patates Kafa Sinemalarda.
İlkokul, ortaokul ve lise. Lise, ilkokulda etiketlerle afallatılan çocuğun ben artık böyleyim, dediği yerdi. Sessiz bir teslimiyet. Bazen çıkan isyan sesinin başkalarınca daha gür bastırıldığı yer. Annesi ona ne kadar, “Sen zekisin, iyi bir çocuksun.” dese de o kafası yamru yumru, görenlerin yüzüne arsız bir gülme yerleştiren biri olduğunu öğrenmişti. Arkadaşları bereket versin o kadar dalga geçmiyorlardı. Yine de bir şekilde farklılığı hissettirmekten geri durmuyorlardı. Bir gün kantinde sıra beklerken üç öğrenci önünde duran, kafası kendisi gibi birini fark etti. Sevindi. Demek dedi, dünyada tek değilim. Acaba kaç taneyim?
Okulun kütüphanesinde dolaşırken bir kitaba denk geldi. Kitapta Pied Piper nam bir kavalcı, fare basan köyü kurtarıyordu. Kavalından çıkan büyülü nağmelerle köyün tüm farelerini peşine takıyordu. Sonra aynısını çocuklarda denedi. Onları da peşine takmayı başardı. Sırada gördüğü çocuğu düşündü. Kendisi gibiydi. Belki başka birileri de vardı onlar gibi. Onlar gibi. Yamru yumru, görünce kıkırdanan. Bir hemşire tarafından kulağına isminden önce üflenen.
Eve gider gitmez flütüne koştu. Okulda öğrendiği melodileri çaldı önce. Kalbini ve aklını yokladı. Kim takılsındı “Gezsen Anadolu’yu” nağmesinin peşine? Başkalarını denedi. Annesi bileğinde saat olmamasına rağmen bileğine minik minik vurarak “Hadi yatma vakti.” diye odasına girdiğinde Memoli’nin jeneriğini üflüyordu flütüyle. Annesi gülümsedi, Memoli’ye küçükken hayrandı. “Yat hadi yat.” dedi. “Şopen mi olacaksın başıma?” “Şopen flüt çalmıyordu anne.” diye kıkırdadı. Annesini yolladıktan sonra, evin ışıkları da kararınca eserine çalışmaya devam etti. Sonunda buldu da. Uğultulu gibi. Bir hastane odası donukluğunda. Profesyonel. Nizami ama acımasız.
Sabah kahvaltıda kalbi küt küt atıyordu. Acaba başarılı olacak mıydı? Pied Piper denen beyefendi gibi o da peşine takabilecek miydi kendi gibileri? Hızlı hızlı yedi. Babası, “Boğulacaksın yavaş.” diye çıkışmasa tabağı kafasına çevirecekti. Sonra sıkıca sarıldı ikisine de. Sizi seviyorum bile dedi. Ki bu, dünyada söylenmesi en zor cümlelerden biriydi. Flütü çantasına yerleştirdi.
İlk ders duramadı yerinde. Kırk dakika seksen dakika gibi geldi. Zil çalmasına birkaç dakika kala flütü hazırladı. Koşma pozisyonunu aldı. Zil çalınca da öğretmenle birlikte fırladı koridora. Dün gece bulduğu o ezgiyi çalmaya başladı. Koridorda hem yürüyor hem üflüyordu. Nöbetçi öğretmen ses etmedi. Sanatı severdi. Dalga geçen de vardı güzelce dinleyen de. Gerçi dalgalar uzun sürmüyordu. Sabun köpüğü gibi püff kayboluyordu. Arkasına baktı. Peşine takılan yoktu henüz. İkinci kata çıktı. Yine peşinden gelen olmadı. Üçüncü kata çıktı. Koridoru yarılamıştı, baktı ki peşinden kantin sırasında gördüğü çocuk geliyor. Sevindi. Devam etti. Bir kişi daha eklendi onlara. Ezgi, diğerlerine de onlara ilişmemesini öğütleyen bir şeyler fısıldıyor olmalıydı ki bu üçlüye kimse dokunmadı.
Okul bahçesine çıktılar. Bahçeden iki kişi daha eklendi onlara. Güvenlik, usuldan kapıyı açtı sanki gizli bir emir almış gibi. Sokağa çıktılar. Nağme sürüyor, peşlerine üçer beşer kendilerine benzeyenler takılıyordu. Şehri bir uçtan bir uca yürüdüler. Kırmızı ışıkta beklemediler. Arabalar onları görünce ve gürültüye rağmen sesler içeri dolunca yol verdiler bu tuhaf ekibe.
Şehir çıkışında tam beş yüz çocuktular. Hepsi de yamru yumru. Kulaklarına ilk üflenen adlarından önce etiketleri. Trafiği yara yara ilerlediler. Kimse de onlara dur demedi. Yorulmadılar da. Zaten yorgundular. Çok yorgunken daha fazla yorulamayız öyle değil mi?
Onların şehirden, okullardan çekip gittiğini kimsecikler fark etmedi. Anaları babaları bile. Çocuğun bulduğu ezgi öyle şifalıydı ki kayıp acısını bile dindiriyordu. Umursamayacaklara hatırlamama, ana babalara bu acıyı dindirme eczası sürüyordu. Çocuk; flütü elinde, peşinde kendisi gibi binlercesi aşa aşa geçti şehirleri.
Onlar geçip gidedursun, hastaneler yenileriyle doldu taştı. Hemşire, bebeğin yenidoğan takımını giydirirken mekanik hareketlerle yapıyordu işini. Daha ham bir et olan bebek kolunu bacağını öyle rahat hareket ettiriyordu ki yüzünün keskin ifadesi, uzaktan bakana önündekini kendi tasarlamış hissi bile verebilirdi. Haşa. İşini bitirdi. Kundağa sararken bebeğin yüzüne bakma ihtiyacı hissetti. Ödül gibi. En güzele en son bakmak ödülü. Yüzünü buruşturdu. Kızıl bir surat, önünde gözünü zar zor açıyordu. Kafası yamru yumru. “Gerçi,” diye geçirdi içinden “Başta böyle oluyorlar ama sonradan güzelleşiyorlar. Sen de güzelleşirsin mutlaka değil mi patates kafa?” Bebek bu sözü anlamış gibi kolaylıkla açtı gözünü. Hemşireyle göz göze geldiler. Söz geldi dolaştı, ameliyathanedeki konuşmaları saymazsak dünyanın bu ilk ciddi lafı bebeğin kulağından içeri girdi. Bilinçaltına kuruldu.