Otobüsün camından yolu seyrederken gerçekte gördüğünüz şeyin kendi hayatınız olması pek ilginçtir. Geriye akıp giden şey hem yol hem de anılar, ileriye giden şey ise içinde bulunduğunuz otobüs ve sizsiniz. Üzerinde durduğunuz ise hem yol hem de zamandır. Beni çepeçevre saran bir zamanın kollarında akıp gidiyorum şimdi. Bilmediğim bir şehirde alışmak için kendimden çok şey vermem gerekecek bir hayata akıyorum. Yanımda annem ve Ayşe. Aklıma babam geliyor. Hep gelecek. Onu unuttuğum gün öldüğüm gün olsun. Onu bir pisliğin içinde bıraktığımız günü unutamam. Geri döndüğümde yaşıyor olmasını istiyorum. Büyümüş, kendinden emin, güçlü bir Ahmet olarak çıkacağım karşısına. “Baba kurtulduk artık, ülkemiz de kurtuldu.” diyebileyim ona.
Yol uzadıkça içimdeki öfke ve hüzün artıyor. Yanımda uyuyan annemin gözünü açtığı bir aralık ona nereye gideceğimizi soruyorum. Bilmiyor. “İstanbul” diyebiliyor sadece. Güzel şehir biliyorum. Hep okurdum kitaplardan. Kitaplarım da toprağa karışmıştır şimdi. Ah Ahmet evin yıkılmış kitaplar uçacak değildi ya!
Ayşe daha çok küçük. Uzayda olsam dünyaya şöyle bir dönüp “Ulan dünya hadi biz akıl ediyoruz, acıyı hissedebiliyoruz. Bize zulmetmeni anlarım(!) da şu dört yaşındaki Ayşe’den ne istedin.” diye bağırmak isterdim. Gerçi bu mavi yeşil gezegen milyon yıldır zulüm içinde. Hiç akıllanmamış da onu ben mi yola getireceğim?
Ayşe daha küçük, dört yaşında. İstanbul’a oyuncak almaya gittiğimizi sanıyor. Sadece İstanbul’da satılan muhteşem bir bebek. Ahmet bu yalanı atarken insan biraz mantıklı sallar değil mi? Aferin sana oğlum şimdi İstanbul’da bulman gereken üç şey var: Ev, iş, muhteşem bebek.
Ayşe bana hep Patates Kafa der. Çünkü saçım yok. Sadece saçım değil kaşım, kirpiğim, sakalım… Yok işte. Ben beş yaşındayken teker teker dökülmüşler. Doktora görünmüşüm. “Korkudan” demiş. Beş yaşındaki bir çocuğun evine bomba düşer, gözünün önünde insanlar öldürülürse korkar tabi. Bir daha da hiç saçım çıkmadı. Ayşe doğmasaydı kendimle barışamazdım herhalde. Her aynanın karşısına geçtiğimde kendimi saçlı, sakallı bir delikanlı gibi hayal etmekten bıkmıştım. Ayşe ben onaltısında yerinde duramayan bir delikanlıyken girdi hayatımıza. Onu kucağıma her alışımda kafama büyük bir iştahla indirirdi şaplaklarını. Sert ve tüysüz zeminden çıkan her ses onu kahkahalara boğar ve o delicesine bağırırdı. Ben de usul usul barıştım kendimle. Ayşe ,acıktığını bile söyleyebilmekten aciz bu minik kız, bana acıyan yerlerimi sarmayı öğretti. Bu parlak başı saklamak için taktığım berelerle yavaş yavaş vedalaştım.
Savaşın içinde yaşamak ne kadar normalse bizim yaşantımız da o kadar normaldi. Yıllardır hayat öylece akarken komşunuzun evine bomba düşmesi normaldi. Dün okulda oyun oynadığın arkadaşının ertesi gün cenazesine gitmen normaldi. Babamın camide namaz kılarken tutuklanması da normaldi. Ulan Ahmet madem bunlar normaldi ne diye korktun da saçlarından oldun. O pislikler şimdiki Ahmet’i korkutsalardı saç telimi almak neymiş gösterirdim onlara. Fakat artık korkmuyorum. Aksine o kutlu yere ulaşmamı hızlandırırlar.
Bir gün erzak yardımından payımıza bir kasa patates düştü. Aylardır patatesimiz olmadığından her birimiz iştahla henüz yapılmamış patatesli yemekleri yemiş kadar açtık gözlerimizi. Sevinçten birbirimize sarıldık. Ayşe bir ara eline aldığı bir patatesi bana doğrultup “Abi baksana bu senin kafana benziyor.” Dedi. Yani ona benzer şeyler söylemeye çalıştı. O günden beri Ayşe bana Patates Kafa der. O bana her öyle seslendiğinde içimde bilemediğim bir mutlulukla ona dönerim ve gülmeye başlarım. Bir başkası bana Patates Kafa deseydi çoktan yumruğumla yüzleşmişti. Fakat Ayşe başka. O öyle dediyse ben de bu âlemin gelmiş geçmiş en Patates Kafalısıyım!
Bir ara otobüsün radyosundan bir ses yükseliyor: “Suriye’de yine yerleşim yerleri bombalandı.” O an geride bıraktığım yurdumun içimde benimle geldiğimi hissediyorum. Yutkunduğumda bir ok saplanıyor boğazıma. Haberi benimle beraber duyan anneme dönüp ağzımın bir kenarını anlamsızca büzerek “Babam iyi ki hapishanede” diyebiliyorum. “Dışarısı çok kötü bir hâl almış.” Annem dolan gözlerini siliyor ve babamın iyi olmasına dua ederek başını sallıyor.
Hâlâ ucunu bilmediğim yolun üstünde akıp gidiyoruz. İstanbul çok büyük şehir. Bizi yutmasından korkuyorum aslında. Verecek başka saç telim olmadığından korkmak serbest. Yirmisinde bir oğlanım. Onca hırpalanmaya rağmen gücüm kuvvetim yerinde. Dilim döndükçe bir iş isteyeceğim. “Ne iş olsa yaparım.” derim. Annem ve Ayşe’yi bir savaştan alıp başka bir savaşa mahkum edemem. Babama bir sözüm var: Onlara iyi bakacağım.
Yolu seyrederken gözlerim kaymaktan yorulup bir aralık kapandı. Uzunca bir uyku çekmişim. Uyandığımda bir köprüden geçiyorduk. Altımızda maviliği beni büyüleyen bir deniz bizi selamladı. İstanbul! Gelmişiz işte. Biliyorum alışmam ve kendimize alıştırmam çok zor olacak fakat başarmam lazım.
Ben Ahmet ya da Patates Kafa. Bu dünya artık bana tüm renklerini de sunsa beni kandıramaz. Çünkü ben kanın kırmızısını, dumanın grisini, yaranın morunu, soğuğun beyazını, yokluğun siyahını gördüm. Akıp giden yol ve zaman beni, annemi ve canımdan can bildiğim Ayşe’yi İstanbul’a getirdi. Artık tek amacım o kutlu yere varmak için bu memlekette çabalamak. Kaçtığım şey Allah’ın bir kaderinden yine başka bir kaderi. Bu da Patates Kafamın bitmek bilmez kederi.