İç Anadolu’yu sevdiğini söyleyen çoktu ama sadece gerçek İç Anadolular o kahverengi boşluğu gördüğünde mutlu olurdu. Buranın bozkırları, insanın içine işleyen bir hüzne uzanırdı. Ufuk çizgisi öylesine düzdü ki göz, sonsuzluğu ilk kez orada kavrardı. Toprak, yılın büyük bölümünde sararmış çatlaklarla doluydu; güneşin acımasız sıcağıyla kurumuştu otlar. Kasabalar yorgun ama inatçı taş binalardan ibaretti. Duvarlarında yılların yorgunluğu birikmiş zamanın silikleştirdiği tabelalar, unutulmuş birer hikâye gibiydi. Akşamları, bozkırın ortasında parlayan tek tük ışıklar, sonsuz karanlığın içinde birer yıldız gibi titrerdi. Sokaklardan geçen rüzgâr, uzaktan gelen bir köpek ulumasıyla birleşir ve derin bir kederi usulca fısıldardı.
Güneş batmaya yakın hava daha da soğur, kuru soğuk insanın içine işlerdi. Rüzgâr, önüne katılıp yuvarlanan diken toplarıyla sessiz bir ağıt yakardı. Tam da bu manzaranın ortasında, patates tarlalarının göbeğinde, başı hafif öne eğik bir adam dikiliyordu. Önünde, yere boylu boyunca serilmiş çığlıklar atan eşi ve onu çevreleyen kadınlar vardı. Kadın hamileydi. Sancıları giderek artarken, kalabalıktaki yaşlıca biri doğumu başlatacağını haber verdi. Adamın eli ayağına dolaştı. Patates, alın teriydi, kaderdi. İnsan ekmeğini kazandığı şeyin gölgesinde ezilirdi. O da, ondan önceki herkes de öyleydi. Evden koşarak sıcak su getiren gençten biri ona çarpınca aklı başına geldi. Köylüler, sanki toprakla bütünleşmiş gibiydi. Her biri, bu toprakların kadim tarihini, bozkırın yorgunluğunu anlatan bir müzikalde gibi bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı. Doğum sancıları arasında kadının yüzünde beliren acı karışımı tebessüm, yılların ardından ilk kez hissedilen bir umut ışığı gibiydi. Sonunda umdukları çocuklarına kavuşacaklardı. Bozkırın sessizliğinde, yaşamın en mütevazı anı bile, büyük bir hikayenin başlangıcı gibi görünürdü. Kısacık bir an için kadının çığlıkları yerini derin bir sessizliğe bıraktı; güçlü bir ağlama sesi duyuldu. Bebek, annesinin yorgun bedeninden ayrılıp bozkırın serin havasına kavuştuğunda, etrafını saran köylüler bir anlık sessizliğe gömüldü. Minik bedeni, akşamın soluk ışığında belli belirsiz parlıyordu ama tenindeki sarımsı renk, gözlerini zar zor aralayan annesini korkutmuştu. Doğumu gerçekleştiren yaşlıca kadın, “Sarılık bu” dedi, “Güneş lazım buna, ana sütü lazım.”. Bebek, çıplak teni toprağın soğuğuyla ürperdiğinde cılız bir ağlamayla tepki verdi. Annesi, yorgun ama içgüdüsel bir refleksle, onu göğsüne bastırdı. Burada, tarlanın ortasında doğan bir bebeğe hastanelerin beyaz ışıkları yerine güneşin sıcaklığı çare olurdu. “Sabah olur olmaz dışarı çıkarırsın, alnına güneş gelsin” dedi yaşlı kadınlardan biri. “Süt içtikçe geçer, korkma.” diye ekledi bir başkası. Tarlanın ortasında, topraktan çıkmış gibi duran bu insanlar, doğumun da hastalığın da çaresini eski usullerle, içlerinden geldiği gibi bulurlardı. Sarılık mı? Güneşle geçerdi. Hayat mı? Toprakta filizlenirdi. Ve her şey, bozkırın ağır ritminde yavaşça akıp giderdi.
Eve taşınan kadının başına kırmızı tülbent bağlanıp bebeğin beşiğine kırmızı bir örtü asıldı. Kırmızı kötülükleri uzak tutardı. Albasmasın, sabi sübyanlara kötü ruhlar yanaşamasın diye köylüler gerekeni yapardı. Misafirlere şerbetler ikram edildi. Odanın köşelerinde üzerlik otları yakıldı. Köydekiler patates tarlasında sarılıkla dünyaya gelen bu çocuğa Patates Kafa adını taktı. Allah’ın işi bu ya, çok geçmeden Patates Kafa’nın sarılığı yok oldu. Ancak doğduğun ev kaderin olurdu ve bir patates tarlasında sarı bir bebek olarak dünyaya geldiysen adın Patates Kafa olarak kalırdı.
Bebeklik ve çocukluk yıllarında bozkır ona hem bir oyun alanı hem de sırlarla dolu bir evren oldu. Gündoğumuyla birlikte, toprağın tozunu içine çekip çıplak ayaklarıyla tarlalarda küçük maceralara atıldı. Oyun arkadaşları çoğunlukla kendi hayal gücünden süzülen dostluklar oldu; annesinin anlattığı eski masallarla büyülendi. Çocuk yüreğinde bu toprakların getirdiği özgürlük filizlendi. Mevsimler birbirini kovaladı, yıllar geçti. Bahar ayları gelip çattı. Patates Kafa ergenliğe girdi. Ancak hiçbir şey çocukluğundaki gibi kalamadı; bir anda her şeyini yitirmenin acısını yaşadı. Köyün bağlandığı çevre yolunda feci bir kaza olmuştu. Annesi kazadan sağ çıkamamış, babası da çok geçmeden annesine katılmıştı. O gün, bozkırın sarsıcı sessizliği yerini uğultulu, acımasız rüzgârın çığlıklarına bıraktı. Patates Kafa, ergenliğin getirdiği karanlık düşüncelerin ve içindeki boşluğun büyüklüğüyle tek başına kaldı. Düşünceleri değişti, giderek karardı. İçindeki boşluk derinleşti. Önce görmezden gelmeye çalıştı bunu. Bu topraklarda doğdular, bu topraklarda ve büyüdüler ve istedikleri gibi bu topraklarda gözlerini yumdular, dedi. İnsan bazen içinde büyüttüğü boşluğu fark etmek istemezdi. Görmeyince sezilmezdi, düşünceler susturulur kederi bastırırdı. Ama bazı geceler, rüzgârın sesi kesildiğinde ve etrafı sessizliğin gürültüsü kapladığında, Patates Kafa o boşluk hissinden çıkamazdı. Çocuğun kederi topraktan daha derindi. İçinde koca bir ağırlık vardı. Düşünüp dururdu: Bozkırın ortasında doğmuş olmak, insanın kaderini belirler miydi? Toprak insanı içine çekip bırakmaz mıydı?
Toprak, ne bereketli ne de tamamen çoraktı. Sadece gerektiği kadar verirdi. Bodur patates bitkileri, rüzgârla hafifçe titreşirken bile göğe ulaşamayacaklarını bilerek mahzun bir bekleyiş içindeydi. Aralarındaki ufak boşluklara rağmen hiçbiri birbirine yaslanamaz, her bitki kendi başına, toprağa kök salmış birer mahkûm gibi öylece dururdu. Buralarda zaman ağır akar, günler birbirine benzerdi. Sabahları güneşin doğuşuyla başlar, akşamları aynı sessizlikle biterdi. Rüzgâr hep aynı yönden eser, toprak hep aynı kokardı. Buranın insanı, zamanı anlamaktan çok, ona boyun eğmeyi öğrenirdi. Mevsimler değişir ama insanın içindeki ağırlık pek değişmezdi. Patates Kafa, yıllarca aynı manzarayı görerek, aynı kokuları içine çekerek büyüdü. Çocukken bile, şehirden gelenlerin anlattığı parlak ışıklı sokaklara dair hikâyeler onu pek heyecanlandırmazdı. O, bozkırın sadeliğini, buradaki anılarını seviyordu. Ama bu sevgi, huzur mu veriyor yoksa onu bu topraklara mı zincirliyor bilemiyordu. Diğer herkes anlamaktan çok boyun eğmeyi seçmiş gibi görünüyordu. Yıllar geçtikçe içindeki boşluk bozkırın gölgesinde giderek büyüdü. Gökyüzü griyle mavinin arasında sıkıştı, yağmur başladı. Burada yağmur bile içi gibi buruk yağardı. Ne tam ıslatırdı toprağı ne serinlik getirirdi; sadece geçip giderdi. Toprak suyu içemezdi. Çünkü çok uzun zamandır alışmıştı susuzluğa. Patates Kafa durdu, uzun zaman sonra ilk defa gülümsedi. Toprağı kendine bir bildi.
Patatesler henüz toplanmadığı bir mevsimdi. Sanki herkes gitmiş, yalnızca gömülü patatesler ve ayak iziyle dolu toprak kalmıştı. O da bir süre sonra kaybolur, geriye sadece toprağın içine çektiği ayak sesleri kalırdı. Köy yolundan bir kamyon tozu dumana katıp geçip gitti. Patates Kafa, tarlada öylece durup dikildi. Doğumunda babasının durduğu bu yerde artık kendi gölgesinden başka kimsesi yoktu. İç Anadolu’nun kederi, insana en çok bu köy yollarında dokunurdu. Arada sırada beliren bir kamyonun ardından kalan toz, göğe yükselip ağır ağır yere çökerken, zamanın burada farklı aktığını hatırlatırdı insan. Öyle bir melankoliydi ki bu, doğanın kendisi bile unuturdu bazen burada yeşermeyi. Patates Kafa kendini bu duyguya teslim etti. Tıpkı tarladaki patatesler gibi o da doğdu, büyüdü ve vakti geldiğinde toprağın altına saklandı.