Ezan Sesi

Saliha Çolak

Yirmi beş sene evvel Mustafa annesinin karnına bir tohum olarak düştüğünde başladı onun hikayesi. Dışarıdan çok acıklı içeriden ise rengarenk bir hayat yazılmıştı onun için. Dünya’nın binbir türlü zorluğuna sanki yemin etmiş gibi hep gülecekti. Yeryüzü onu gıdıklıyormuş gibi hep zıplayacaktı. Gariban anası ise onu Rabbinden bir imtihan olarak görecek bağrına basacaktı.

Mustafa daha beşikteyken komşu ülkede savaş çıktı. Ordudaki askerlerin çoğunu harbe çağırdılar. Babası da Mustafa’nın alnına bir öpücük kondurup gidiverdi. Yirmiyi aşkın sene evvel evden giden babası bir daha geri gelmedi. Mustafa baba nedir bilmedi. Sadece ona kol kanat geren anasını bildi.

Yıllar geçtikçe anası Mustafa’nın gelişemediğini anlamaya başladı. Bu oğlan konuşamıyor, yürümekte zorluk çekiyor, kaşığı bile zor tutuyordu. Köyün ileri gelenlerinden bir ağa “Senin oğlan delidir” dediğinde senelerdir kendine dillendiremediği şey suratına çarpılınca kalakaldı. Ağlasa olmazdı, sineye çekse olmazdı. O da kendine bir söz verdi. “Bu da benim imtihanımdır Rabbime varana kadar benimledir” dedi.

Mustafa dışarıdan bakıldığında zayıfça, yüzü parlak, kahverengi gözlü kahverengi saçlı bir oğlandı. Boyu ne çok uzun ne çok kısaydı. Onu ilk defa gören bir probleminin olduğunu bilemezdi. Mustafa zıplamaya başlayıp ellerini sallarsa bir şeylerin normal olmadığını o zaman anlayabilirdi. Mustafa ise hiç susmaz biraz olsun dinlenmezdi. Yalnızca ezan sesini duyunca oturur pür dikkat ezanı dinlerdi. Bazen camiye gider orada oturur imamı izlerdi. Bu ibadet onun anlam veremediği hareketler ve sesler silsilesinden başka bir şey değildi. Her şeyi anlamlandırıp şarkı sanan ve dans eden Mustafa ezanı ve namazı anlamlandıramamıştı. Çünkü hoplayıp zıplayan kalbine ferahlık veren tek an bu andı.

Anası, kocası öldükten sonra tarladan toplar pazarda satar oldu. Geçimini böyle sağladı. Yıllardır da kazandığı para oğluyla kendisini doyurmaya yetti. Fakat bundan fazlası olamadı. Elinde para kalmadığından oğlunu hastaneye götüremedi. Oğlunu da olmayan malını da kabullendi yoluna devam etti.

Mustafa yirmisine geldiği yıl topraklardan oluk oluk bereket aktı. Anası ektikçe biçti biçtikçe sattı. Eline çokça para geçti. Aldı oğlunu götürdü bir hekime gösterdi. Mustafa’yı aldılar cihazlara soktular, incelediler. Sonunda bir sonuca vardılar. “Oğlunuzun beyni bir bebek beyni gibi. Gelişmemiş. Üç yaşında en fazla. Elimizden bir şey gelmez teyzeciğim.”

Anası bunu da çekti sineye. Kabullendi ve yoluna gitti. Mustafa’nın zıplamasına, dans etmesine, garip sesler çıkarmasına hep normal gözle baktı. Duvarlarından yokluk akan evin neşesini Mustafa belledi.

Köy halkı da Mustafa’yı benimsedi. Durduk yere dans etmesini, zıplamasını normal karşıladılar. Mustafa’nın “Aaauğaa” gibi çıkardığı sesleri yadırgamadılar. Yalnızca köyün haylaz çocukları Mustafa’nın peşini bırakmıyor, onunla alay ediyorlardı. Ona kendi aralarında bir isim de taktılar: Hoptek Mustafa. Büyükler çocukların ağzında bunu duyunca Mustafa’nın anası duyar diye susturmaya çalışırlardı. Fakat çocuklar yine de fırsat buldukça bu ismi kullanmaktan geri durmazlardı.

Bir Ramazan Bayramı köy şenlik yerine döndü. Köy halkı her bayram yaptıkları gibi meydanda toplandılar. Bayramlaştılar, çocuklara şeker dağıttılar, güldüler, eğlendiler. En çok da Mustafa eğlendi. Dünya onu göğe fırlatıyormuşçasına zıpladı. Köy normalinden daha kalabalıktı. Alamancı akrabalar da bayramı fırsat bilip gelmişlerdi. Ecnebi devletten gelen şekerler çocuklar arasında daha çok rağbet görüyordu.

Şekerler havaya saçıldıkça çocuklar şekerleri yakalamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Mustafa çocukların arasında bir hareketlilik olduğunu görüp aralarına daldı. O da kapabildiği kadar şeker kapmaya çalışıyordu. Çocuklar birden “Aa Hoptek Mustafa geldi” diyerek Mustafa’nın etrafını sarmaya başladılar. Alamancı çocuklar başta neler döndüğünü anlamadılar. Köyden bir çocuk “Bu delidir” diye bağırınca bütün haylaz çocuklar Mustafa’nın üstüne çullandı. Mustafa bunun bir şölen olduğunu, herkesin büyük bir heyecanla dans ettiğini düşünüyordu. Büyük bir heyecanla bağırıyordu. O bağırdıkça çocuklar daha da şiddetle saldırmaya başladılar. Mustafa’nın canı acıyordu ama bu nasıl olsa bir danstı. Köy halkı ise çocuklar zaten yaramazlık yaptıkları için bir sorun olduğunu, aralarında Mustafa’nın olduğunu göremediler.

Mustafa artık acı hissediyordu ama yine de gülüyordu. Tam o sırada öğle ezanı okundu. Mustafa yere oturuverdi. Çocuklar hala “bu delidir, hoptek gibi zıpladın, ne saf biri bu, git buradan çirkin şey” gibi kötü sözler sarfediyorlardı. Mustafa o an söylenenleri duydu. Sanki bir kulağı daha vardı da tam o sırada açıldı gibi oldu. Onların gözündeki kibir ve öfkeyi gördü. Çırpmaktan kızarmış elleri ve zıplamaktan tozlanmış ayaklarına baktı. Perişan haliyle bu çocuklara ne yapmış olacağını düşündü. Bulamadı. Ezan bitiminde “Aağuha” gibi bir ses çıkartarak doğruldu. Kimseye görünmeden meydandan ayrıldı.

O günden sonraki kırk gün köy halkı Mustafa’yı aradı. Yakın çevrede ormanda altına bakılmadık taş bırakmadılar. Fakat Mustafa’dan bir iz bulamadılar. O günden sonra Mustafa bir ezanın kulağını açtığı genç olarak dillerden dile anlatılarak geldi. Gariban anası yalnız başına yaşayıp sessiz sedasız Rabbine kavuştu. O Rabbine kavuştuğu gün köyü gören dağın tepesinde bir ceylan ve bir adama rastladılar. Adam uzunca süre tepeden köyü izleyip gözden kayboldu. Tüm köyü merakta bırakan bu adama Ceylan Çobanı dediler. Dilden dile bu adam acaba hoptek Mustafa mıdır diye soruldu durdu. Çoban tepeden baktığı günden sonra yılda birkaç kez tepeden köyü seyredip gider oldu. Fakat kimse onun kim olduğunu bilemedi. Zaten o bu öykünün konusu değildi.