Yüzü sapsarı kesilmişti. Bir çeşit salgındı bu. Doktorların isim beğendiremediği bir salgın. Herkeste apayrı bir belirti ile ortaya çıkıyordu. Kimi salgın süresince hiç uyumuyor kimi ise uyanamıyordu. Adı öyle bir şey olmalıydı ki duyan kişi sapsarı kesilmeliydi. Bilim, ad koyma telaşına düşmüştü. Bu anlamda milletler arasında bir yarıştır başlamıştı. Herkes kendi dilinin inceliklerini dünyaya kabul ettirmeye çalışıyordu. Salim ise sapsarı yüzüne bakakalmıştı. Her gün elinde ayna ile geziyor ve bu hastalığın ondaki seyrini takip etmeye çalışıyordu. Şimdilik gittiği doktorlar tarafından “bilirsiniz işte” teşhisi alıyordu. Salim bir gün “sağ salim evime döndüm” demenin hayalini kuruyordu.
Temiz havada yürüyüş öneren doktorlara uyup her gün yürüyüşe çıkıyordu. Salgın artık öyle bir boyuttaydı ki kimse umursamıyordu. Maskeli salgınlardan sonra bilirsiniz işte salgını tüm belirsizliği ile halkın elini kolunu bağlamıştı. Yakında çıkar kokusu, diye diye unutulmuştu korkusu. Uyanıklardan olmak bir noktada şanstı Salim için. Yiyor, içiyor ve hareket ediyordu. Şu gurbet derdi olmasa bu salgın onu bu kadar telaşlandırmayacaktı. Artık bir iş bulup memleketteki ailesine maddi destekte bulunması gerekiyordu.
O gün yine bir yürüyüşe çıkmıştı. Yürüdükçe kendi dışındaki canlılara dikkatini daha fazla veriyordu. Her gün önüne çıkan o tombul sarı kedinin çokbilmiş bakışlarından artık tırsmıyor, aksine onları sempatik buluyordu. Yüzüne vuran güneşi, yüzünü okşayan bir el gibi görüyor ve hemen aynadan kendine bakıyordu. İki sarının parlaklığı gözlerini kamaştırıyordu. Bilirsiniz işte salgınının adını, ne idiği belirsiz soytarı koymuştu kendince. İyileşince sağ salimin yanına ne idik ne olduk koymayı da düşlüyordu. Gelsinler de görsünler dilimizin inceliğini. Ama artık biraz kilo aldırmalıydı bu inceliğe. Nitekim artık yaşı geçiyordu, biraz daha ağır ama yerinde incelikler bulmalıydı. Yürümeye devam ederken düşünceleri önünden akıyordu, gözleri ise istisnasız her tabela ve ilanı okuyordu. Kardeşler Manav, Hakkı Ustanın Yeri, Kasiyer aranıyor!, Depo önüdür park etmeyiniz!!!… İngilizce mekân isimlerini okumadan geçmeye çalışıyordu. Artık iyice yorulmuştu. Vücuduna göre küçük kalan sırt çantasını eline alıp en yakındaki banka oturdu. Termostaki soğuk suyunu kana kana içti. Annesinin, terli terli içme şunu, diyeceği o sahneyi gözünde canlandırıp güldü. Termosunu çantaya atıp iki kolunu bir ahbabını kucaklar gibi bankın üzerine attı. Tek başına oturduğu bankta tahtta oturur gibi yayılmıştı. “Ey soytarı! Haydi, eğlendir beni!” diye bağırdı.
Ne idiği belirsiz soytarı bir anda Salim’in karşısına dikildi. Üzerinde sapsarı bir elbise vardı. Soytarının gözbebekleri dışında görünen hiçbir tarafı yoktu. Salim ise tahtında donakalmış ve bir hayli korkmuştu. Salim’in bu halini gören soytarı konuşmaya başladı:
- Merhaba Salim. Ben senin deyiminle ne idiği belirsiz soytarıyım.
Salim, kadın sesi duyacağını hiç düşünmemişti. Soytarı devam etti:
- Ne idik ne olduk demen için buradayım. Ama itiraf etmeliyim ki soytarı olarak adlandırılmak biraz kalbimi kırdı. Şimdi, seni eğlendirmemi istiyorsan soğuk suyunu uzat bana.
Salim elleri titreye titreye termosu soytarıya uzattı. Soytarı o suyu Salim’in başından aşağı boşalttı ve aynı saftayız der gibi tekrar konuşmaya başladı:
- Salim donakalmıştı zaten ve şimdi, donmuş ve yine kalakalmıştı. Ama az da olsa işe yaramıştı. Salim şimdi ayakta ve öfkeliydi. Korkunun ecele faydası yoktu, korkunun öfkeye faydası vardı.
Salim ne diyor bu der gibi yüzünü ekşitti:
- Bu saçma sapan kelime oyunları da ne demek oluyor, dalga mı geçiyorsun benimle! Hem suyu nasıl dökersin üzerime? Kimsin, nesin sen?
- Birincisi, dalga denizde olur. İkincisi su aydınlıktır, hiçbir şey olmaz. Üçüncüsü sen böyle kelime oyunları yaparken iyiydi ama?
- Bak karı, yürü git işine, başka birini bul eğlenecek!
- Üff en sevmediğim erkek tipi. Sensin karı! Vazifelendirilmesem ömür billah gelmezdim sana.
- Ne demek vazifelendirilmesem?
- Bilirsiniz işte.
- Bilirsiniz mi?
- Pardon, nezaket sana gitmez. Bilirsin işte!
Salim akıl tutulması yaşıyordu. Acaba bu da hastalığın bir belirtisi miydi? Hemen cep aynasını çıkarıp yüzüne baktı. Aman Allah’ım, yüzü kıpkırmızıydı. Bir şok daha geçiriyordu. Hemen soytarıya döndü:
- Bana açıkla her şeyi, yoksa kafayı yiyeceğim.
- Tamam şekerim, öncelikle sakin ol. Otur şuraya.
Salim’i banka oturtan soytarı konuşmaya başlamadan önce boğazını nazikçe temizledi.
- Kusura bakma, bizim de kendimize göre hastalıklarımız var.
Salim’in şaşkınlığı gitgide artıyordu, aynı şekilde öfkesi de. Bunu fark eden soytarı hemen ciddiyete büründü. Bu ciddiyetle birlikte elbisesi simsiyah oldu. Salim artık bayılacak kıvama gelmişti. Soytarı Salim’in yanına oturup gözlerini Salim’in gözlerine kilitledi:
- Salim, benim adım ayyuka çıktı. Dalga geçmiyorum. Benim gibi binlerce ayyuka çıktı var. Biz artık herkesin bilmesi gerekenleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkarmakla görevli kişileriz. Türümüzü anlatmak isterdim ama bunun için pek vaktim yok. Bilirsiniz işte olarak adlandırdığınız bizler aslında birer paravan hükmündeyiz.
- Bi’ dakika, paravan derken, neyin paravanı?
- Sabırlı ol. Anlatıyorum zaten. Salgın zannettiğiniz şey herkesin kendi mizacına göre ona yapışan koruyucu bir zırh. Bazılarına bu zırhlar ağır geldiği için uyukluyorlar. Bazıları ise zırhın etkisinden dolayı sürekli uyanıklar.
- Anladıysam İngiliz olayım.
- Hah, ana noktaya parmak bastın. Şu sıralar her millete tebelleş olan bir tür daha var.
- Ney eş?
- Tebelleş.
- Tamam tamam, kabul ediyorum bu kelimeyi. İnfluns etmekten iyidir, bir tarihimiz var.
- Sen de var yaa… Neyse, senin gibileri özellikle bulmaya çalışan o türlere bir operasyon yapacağız.
- Allah aşkına, sen ne anlatıyorsun sabahtandır?
- Tanrı demediğin için teşekkür ediyorum.
Salim, bir tür kendinden geçme haline girdiğini düşünmeye başlamıştı. Aynı zamanda bu konuşmanın sonu nereye varacak diye merak ediyordu.
- Devam et lütfen.
- Sana bir iş bulduk.
- Ne alaka şimdi?
- Alakası şu: O işe gireceksin, patronuna saygıda kusur etmeyeceksin, ne derse yapacaksın ve aynı zamanda ona hayranlık besleyeceksin.
- Şakşakçılık mı işim?
- Hayır, sekreterlik.
- Sabrımın sonu var söyleyeyim.
- Onun sekreteri bizim de yemimiz olacaksın.
- Yem mi? Sağ ol ya, ne kadar düşüncelisiniz. Vurun kırbacı sırtıma.
- Biz seni geçici olarak eyerlemesek o türlerin daimi kölesi olursun haberin yok.
- Cidden sıkıldım. Hayvan yerine de koydun beni, aferin. Eğlendir beni deyince gelmiştin, yıkıl karşımdan dersem gider misin?
- Hayır. İzin ver de devam edeyim.
- Et bakalım ama seni dinler miyim bilmiyorum.
- Sen neden milletlerin bu “bilirsiniz işte” ye tedavi bulmak yerine dillerini ön plana çıkarma işine girdiğini sanıyorsun?
Soytarı nihayet Salim’in dikkatini yakalamıştı.
- Neden?
- Biz bir hastalık değiliz de ondan. Bizden kaynaklı ölen duydun mu? İnsanlarda korkunun esamesi yok ama günbegün kokuşmuş bir kibir yayılıyor. Ölmeme kibri. Hâlbuki biz sizi o türlerden koruyoruz sadece, ölümün kendisinden değil.
- Kafam çorba şu an.
- Ayran demedin hayret.
- Başladı yine.
- Ben de sıkıldım. Kısacası şu: O işe girecek ve o türlerin en etkili maşasını tam senin kanını emecekken güneşin önüne atacaksın.
- Güneş derken, vampir mi bu?
- Vampirden de beter. Ha, güneş dediysem gerçek güneş değil. Medyanın önüne atacaksın ve her şey ayyuka çıkmış olacak.
- Ayyuka çıktılar da armut topluyor olacaklar herhalde.
- Anlamadım?
- İşine gelmiyor çünkü.
- Her milletin kendine has özellikleri var. Bunlar hep beraber büyük zenginlikler. Ama dikkat ettiysen son zamanlarda bir aşırılık söz konusu. Herkes kendi toplumunda “ben, ben, ben” diye öne atılırken toplumlar arasında “biz, biz, biz” diye haykırıyor. Ama aslında biz ben, ben de biz olursa toplumların huzuru yerinde olacak.
- Anladıysam… İngilizim şu an, midem bulandı.
- Yanisi şu, kendi toplumunda biz olmayı başaran insan toplumu dışında benliğiyle bizi temsil edebilir.
- Sen beni asimile etmeye mi çalışıyorsun?
- Yangın var diye bağıracağım şimdi!
- Allah Allah! Benim hakkım o.
Soytarı, Salim’e dair umudunu yitiriyor gibiydi. Hayal kırıklığına uğramıştı. Gerçi bu anlamama inadını sevmişti, anlatamadığını düşünmüyordu bile. Eğleniyordu besbelli.
- Salim bak bu konuşma çok uzadı. Ben eğlendim şahsen, yeter bu kadar. Artık yeni ofisine ışınlanıyoruz.
Salim’i yakasından tuttuğu gibi ofise ışınlandı. Salim ışınlanmanın verdiği sersemliği tansiyon düşüklüğü sanıp gözünü kapattı. Saniyeler sonra kendine gelince bir masaya başını koyduğunu gördü. Bir anda ayağa kalktı, gözleri karardı. Çok şık bir takım elbise ile yine aynı şıklıkta bir ofisteydi. Masasında “genel sekreter Salim Sağ” yazıyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken masadaki bilgisayara gözü takıldı. Ekranda “maillerini kontrol et” yazıyordu. Fareyi eline alır almaz tüm işlemler otomatik olarak yapılmaya başladı. Sanki başka bir el sırayla tüm mailleri açıyordu. Sonuncu mail açılınca Salim’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Mailde aynen şöyle yazıyordu:
BEN AYYUKA ÇIKTI.
ÜÇ AYDIR ORADA SEKRETERLİK YAPIYORSUN. DEDİKLERİMİ UNUTMA. CUMA NAMAZINI MÜTEAKİBEN GÜNEŞ ÇOK MÜSAİT OLACAK. BİR SAATİN KALDI.
Salim dehşete kapıldı. Tam o esnada içeri Ümit Hanım girdi. Salim adeta çarpılmışa dönmüştü, bir insan ancak bu kadar güzel olabilirdi.
- Salimcim hazırlan, bir cenaze namazına katılacağız.
Hayranlıkla baktığı zarafet timsali bu kadın öl dese ölürdü o an. Üstelik Salimcim demesi yok muydu?
- İki dakika içerisinde hazır olurum efendim.
Ümit hanım tam karşıdaki camdan odasına geçince Salim hızlıca masasını toplamaya başladı. O esnada bir mail bildirimi daha aldı. Fareye dokununca mail hemen açıldı:
HEMEN AYNAYA BAK!
Salim şaşkınlıkla etrafına baktı. Ümit Hanım’dan başka kimseyi göremedi. Yine merakına yenilip bir ayna bulmaya çalıştı. Arkasını dönünce kocaman bir boy aynası gördü. Aynaya temkinli bir şekilde yaklaştı. Aynaya bakınca şok olmuştu. Soytarı, namı diğer ayyuka çıktı karşısındaydı:
- Üstünü başını düzeltir gibi yaparken beni dinle.
Salim hemen emri yerine getirmeye başladı.
- Üç aydır bu kadınla birlikte toplantılara, kongrelere gidiyorsun. Kadın sana artık çok güveniyor. Cenaze namazında onu temsilen en önlerde olacaksın. Ümit Hanım zaten seni net bir şekilde görecek bir yerde duruyor olacak. Medya seni tanıyor zaten. Namaz biter bitmez biz üzerindeki zırhı kaldıracağız. Senden zırhı kaldırır kaldırmaz damarlarındaki asil kanı içmek isteyecek. Doğası gereği yüzü gözü değişecek ve tüm bunlar kameralar önünde olacak. Unutma bu kadın senin gibilerle aynı hassasiyetleri taşıyanlardan beslenen bir canavar. Sizleri sözleriyle tesir altına alıp toplumu içten zehirlemek niyetinde. Son olarak, sana saldıramayacak merak etme. Şimdi gülümse, sana bakıyor.
Salim zoraki gülümsedi ve yakasından tutulduğunu hissetti.
Yine aynı şey yaşanmıştı. Cenaze namazında son selamı veriyordu ama ne zaman ve nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Namaz biter bitmez Ümit Hanım’la göz göze gelmişti. O an uğruna öleceği kadın onu öldürecek gibi bakıyordu. Zırh kalkmıştı. Salim korkudan kıpırdayamıyordu. Ne olduysa saniyeler içerisinde olmuştu. Önce kulakları sağır eden tiz bir çığlık duyulmuştu. Sonra Ümit Hanım dedikleri, iğrenç bir yaratığa dönüşmeye başlamıştı. Nihayet dönüşümü tamamlanmıştı, artık gerçek bir vampirdi. Cenazedekiler ölümü müşahede ediyorlarken Salim yine yakasından tutulduğunu hissetmişti.