Dünyanın durduğu ama dünyamın dönmeye devam ettiğini fark ettiğim ilk gündü. Alışveriş merkezinden yeni çıkmıştım. Zihnimde alış ve verişi bir teraziye koymuş tartmaya çalışıyordum. Yine dolandırıldım dedim. Bunu zihnimden değil de sesli bir şekilde söylediğimi ise insanlar bana bakınca anladım. Yine kendini rezil ettin dedim, bu kez zihnimden. Saat on olmak üzereydi. Ha bir eksik utanmışsın ha bir fazla dedim ve koşmaya başladım. İnsanları sakin bir şehirde yaşıyordum. Şehrin sakinlik seviyesini düşüren biri olarak neden bu şehirde yaşıyordum bilmiyordum. Benim koşarak yaptığım hız ile önümdeki yoldan gelen arabanın hızının aynı noktada kesişeceğini de bilmiyordum. İşte tam da o hızların kesiştiği an dünya durdu. Polise yakalanan bir suçlu gibi ellerimi kaldırmıştım arabaya karşı. İki gözüm de kapalıydı. Ne olduğunu kontrol etmek için gözümün tekini birazcık araladım. Arabanın durduğunu görünce derin bir iç çekişten sonra gözlerimi açtım. Bir de ne göreyim! Tüm insanlar donmuş. Soğuktan değil. Neden olduğunu da anlamamıştım ama hareket etmiyorlardı. Çarpışmak üzere olduğum (hayır çarpılmak değil, ikimiz de belli bir hızla yol alıyorsak bu çarpışmaktır.) arabanın içerisindeki adam da kolunu gözlerine siper etmişti. Bu hareket gözleri mi zihni mi korumak için diye düşündüm çok kısa bir an. Sonra hemen kenara çekildim. Şu an donmuş olanların ne zaman tekrardan hayat bulacağını bilmiyordum. Sahi, düzelecekler miydi?
Yola tekrardan bakınca elimden düşen çantaları gördüm. Tekrar bir adım atıp çantaları almakla onları orada bırakmak arasında kararsız kaldım. Bir maaşımın orada duruyor olduğu gerçeği beni arkamı dönüp gitmekten alıkoyuyordu. En fazla çarpılırsın dedim. Evet, bu kez ben duruyor olduğum için çarpılmış olacaktım. Çarpışma hakkımın elimden alınmasına duyduğum kızgınlıkla birkaç saniyede düşürdüğüm çantaları alıp tekrardan kenara çekildim. Neyse dedim, çarpılma riskim de geçtiğine göre çarpışma hakkımın elimden alınmasının bir önemi kalmamıştı.
Yolda tek başıma yürümeye başladım. Bir fotoğrafın içinde yürür gibiydim. Tuhaf bir telaşa kapıldım. Başıma bir şey gelse yardım isteyeceğim kimse yoktu. Kimse yokken başıma ne gelebilir, diye düşündüm sonra. İnsan kendinin kurdudur diye de cevapladım bu sorumu. Çok kısa bir sürede içimde münazaralar oluşmuştu. Sorular soruluyor cevaplar veriliyor, zaman zaman da alkış sesleri duyuluyordu. Saatime baktım. 09:77. Gördüğüm saatte bir anormallik olduğunu hissetmiş ama anormalliğin ne olduğunu bir dakika sonra ancak anlamıştım. Anormalliği anlamam çözmem için yeterli değildi. Etrafa baktım tekrardan. Tek hareket eden canlı bendim. Bunu kendine ayırdığın bir zaman olarak düşün dedim. Kıkırdadım. Ne kadar süre bu durumun devam edeceğini bilmiyordum. Bilinmezlik beni rahatsız etti. Kendime ayırmak zorunda olduğum bu zamanı boş bir bankta oturarak geçirdim. Bir taraftan sürekli saate bakıyordum. Saat 09:99 olduktan tam bir dakika sonra herşey normale dönmüştü. 10:00’u görmek içimde garip bir sevinç oluşturdu. Normalde de kendimi yalnız hissederdim ama az önce yaşadığım yalnızlık bambaşka bir boyuttu. 10:15 teki randevuma geç kaldığımı hatırlamamla birlikte geride bıraktığım bir boyut.
Ertesi gün 09:59’da bir ihtimal yine aynı şey olursa diye iş yerinden ayrılmadım. Kaan’a yakın olmak istiyordum. Eğer yine zaman benim dışımdaki herkes için durursa belki ilk defa ona hislerimi söyleyebilirdim. Muhtemelen son defa. İçimde yükselen bir heyecanla saatin gelmesini bekliyordum. Bendeki heyecanı fark eden birkaç arkadaş sebebini sormuştu. Hepsini geçiştirdim. Çünkü merakları tamamen magazinsel bir meraktı. Kime ne olmuş, ne zaman olmuş, ne giymiş, kime bakmış… Düşünürken bile içim bulandı. Neyse Pelin, sen saate odaklan. Sonunda o an geldiğinde kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Gözlerimle Kaan’ı aradım. Göremedim. 09:58’di. Hızlı olmalıydım. Elime birkaç evrak alarak iş için arıyormuşçasına birkaç kişiye sordum. Lavaboya gitti dediler. Tam da zamanında! Hemen sonrasında yine insanlar dondu. Kendimi bu itirafa çok hazırlamıştım. Modumun düşmesini engelleyemedim. Kalan zamanda yerime oturup dışarıyı izledim. Benim yerimde başkası olsa bu vakitte neler yapardı diye düşündüm. Kötü biri çok rahat hırsızlık yapabilirdi mesela. Ben yapmazdım. Ben oturur dışarıyı izlerdim. Ya da belki bir gün ilan-ı aşk… Ahh Pelin, gerçekte neden yapamayasın? Neden senin duygularını itiraf etmek için zamanın donmasına ihtiyacın var? Duygularımı yemek istiyordum. Belki duygularım da içeride yağlarımı yer biraz zayıflardım. Bunun hayali ufak bir tebessüme sebep oldu. Kalan zamanda tebessüm etmemi sağlayacak hayaller kurdum. Herkes yeniden normale döndüğünde düşen modum bir nebze de olsa yükselmişti. Yarın dedim, yarın hislerimi söylemiş olacağım.
Ertesi gün işe geldiğimde Kaan girişte bilgisayar başındaydı. Başımı eğip görmemiş gibi yaptım. Daha ona günaydın diyemeyen ben, duygularımı anlatmayı planlıyordum. Duygularımın yağları yemesi bile daha gerçekçiydi. Yine de o anda donmuş olacağını düşünmek beni bir nebze rahatlatıyordu. Yarım saat kalmıştı. Aklımdan sürekli söyleyeceklerimi geçiriyor başka bir işle meşgul olamıyordum. Bir taraftan da sürekli Kaan’ı izliyordum. Dünkü gibi bir aksiliğin olmasına izin veremezdim. Tam olarak ne kadar olduğunu hesaplamasam da insanların donduğu sürenin kısaldığını hissetmiştim. Bu beni daha da geriyordu. Bir başka bilinmezlik. İki dakika kalmışken Kaan’ın hareketlendiğini gördüm. Tüm cesaretimi toplayıp Kaannnnn diye bağırdım. Herkes dönüp bana baktı, tabii Kaan da. Utandım. Acil bir bahane bulmam gerekiyordu. Bulamadım. Yanına yaklaşıp bir şeyler gevelemeye başladım. Yalnızca otuz saniyeye ihtiyacım vardı. Ama söyleyecek bir şey bulamayınca otuz saniye otuz dakika gibi geliyordu. Kaan, sana olan sevgim otuz saniyeye sığamayacak kadar çok ama aynı zamanda… Ne diyorsun Pelin kendine gel. Senin sevgin böyle değil. Klişe laflarla ifade edebileceğin bir sevgi değil. Özgün olabilirsin. Evet, olabilirim.
İşte beklediğim an gelmişti. Ama ben yine konuşamıyordum. Sandığım kadar kolay değilmiş. Yaklaşık on dakika ne söyleyeceğimi düşündüm. Baktım doğru kelimeler aklıma gelmeyecek o an ne hissediyorsam onları söylemeye başladım. Gözlerim kapalı.
“Kaan. Adını söylerken bile sesim titriyor. Hiç fark ettin mi, bilmiyorum. Fark etmemişsindir. Tüm dünyanın durduğu şu an bile gözlerim açık bir şekilde seninle konuşamıyorum. Ben böyleyim, hayatım boyunca asosyaldim. Her duygumu uzaktan yaşadım. İçimde bile en uzağımdaydılar. Eğer öyle olmasaydım şimdi sana söylemek istediklerimi süsleyip püslerdim. Ama yapamam. En sade haliyle söyleyeceğim. Seni sev… Tamam söyleyeceğim. Seni seviyorum.”
Sonunda söylemiştim. Üzerimden tonlarca ağırlıkta yük kalkmıştı. Gözlerimi açtım. Üzerimden attığın tonlarca ağırlıkta yükün çok daha fazlası geri döndü. Herkes durmuş beni dinliyordu. Ne zamandan beri? Son iki kelimeyi duyduklarını yüz ifadelerinden anlıyordum. Şimdi de benim dünyam durmuştu. Ah be Pelin. Dünyanın durduğu zamanı sevdiğini söylemek için kullanmak istemek belki de senin sevginin en doğru tanımıydı. Şimdi kendi dünyanı durdurmak istemen de.