İbrahim, İçimdeki Putları Kır

Alime Büşra Hamzayev

İbrahim, etrafındaki insanların bencilliği ve umursamazlığı yüzünden her geçen gün daha da bunaldığını hissediyordu. Kimi zaman işe giderken yolda, kimi zaman okulun koridorlarında ya da market sırasındayken insanların birbirlerini görmezden gelmesine, en ufak bir empati kırıntısı bile taşımadan hareket etmelerine tanık oluyor ve bu durum içini ağır bir karamsarlığa sürüklüyordu. Çevresinde kimse ne gerçekten dinlemeye ne de anlamaya gönüllüydü; herkes kendi derdine düşmüş, başkalarına gözlerini ve yüreğini kapatmış gibiydi.

Bu kısır döngü içinde, İbrahim’in nefes alabildiği tek yer, evindeki küçük odasında bulunan masaydı. Daracık alana özenle dizdiği kitapları ve gün boyunca tuttuğu notlarla dolu defterleri, onun için âdeta kaçış noktası olmuştu. İşten çıkıp eve döndüğünde, gün boyu içinde biriken kaygıları bu masada biraz olsun dağıtabilmek, farklı diyarlarda gezindiği kitapların satırlarında huzur bulmak istiyordu. Tozlu sayfalar arasında karşılaştığı fikirler, hayatını sorgularken yakaladığı anlık aydınlanmalar, ona başka bir dünyanın mümkün olabileceğini hatırlatırdı.

Yine de her sabah aynı rutinle yatağından kalkıp, umursamaz kalabalıkların arasına karıştığında, aynı bıkkınlığı yeniden yaşadığını fark ediyordu. İçindeki çaresizliği büyüten bu duyarsızlık çemberini bir gün kırabileceğini umuyordu. Eve geldiğinde her zaman ilk olarak ellerini yüzünü yıkar masasına oturur ve uyuyana kadar burada okur, araştırır ve yazardı.

Yine bir gün İbrahim masasının üzerinde biriken kitapları ve önündeki not yığınlarını dikkatle inceliyordu. Dağınık saçlarının arasından bir kalem sıkıştırmış, sayfa sayfa dolaşıyordu. Sanki dış dünya tamamen sessizliğe bürünmüş gibi, tüm dikkati satırlarda ve aldığı notlardaydı. Zaman zaman gözlerini notlarından kaldırıp saate bakıyor, sonra yeniden kâğıtlara gömülüyordu.

Ne var ki, o akşam bir şeyler farklıydı. İbrahim’in yüz ifadesinde, her zamankinden daha yoğun bir endişe belirdi. Bir süre kitaplarını karıştırdıktan sonra saate bakıp gözlerini ovuşturdu. Duvardaki saat hâlâ 9:59’u gösterirken, masanın üzerindeki o eski, gümüş renkli masa saatinin ibreleri 9:60, 9:61 diye ilerlemeye başladı. İbrahim’in şaşkınlığı gittikçe artıyordu. Kafasını yana eğip saati birkaç kez kurmaya çalıştı, ama zaman dışı bir güç, o anı sanki gerçekliğin ötesine taşıyordu.

Endişesi giderek artan İbrahim, derin bir nefes aldıktan sonra yorulmuş olabileceğini düşünerek başını notlarının üzerine koydu. Masanın lambası titrek bir ışık saçıyor, saatse hâlâ imkânsız rakamlarla ilerliyordu. O öylece, hareketsiz dururken saatin ibreleri 9:68 9:69 diye ilerliyordu. O an duvarlar, İbrahimin oturduğu sandalye, başını koyduğu masa titremeye başladı. Sanki deprem oluyordu.

Tavan pervazından ince bir toz bulutu dökülürken, masanın üzerindeki kitaplar yavaşça kaymaya, kalemler yuvarlanmaya başladı. Titreşim öylesine güçlüydü ki, İbrahim başını masadan kaldırmadan önce elinin altında duran kâğıtlar yere saçıldı. Gözlerini aralayıp etrafı süzdüğünde yüzünde panik ifadesi belirdi.

Saat hâlâ garip zamanlar gösteriyordu: 9:70... 9:71... Rakamlar ileriye akarken aslında bir yandan da yerinde sayıyorlarmış gibi bir his uyandırıyordu. Üstelik titreşim tam olarak duracak gibi değildi. Bir an için İbrahim’in oturduğu sandalye neredeyse ayaklarının altından çekiliyormuşçasına sarsıldı. O, paniği bastırıp ayağa kalkmaya çalıştı ama dengesini kaybedip yere düştü. Saati gözden kaybetmemek istercesine elini masaya uzattı ve saatle bakışları buluştuğunda, ibrelerin hâlâ 9:72’ye doğru ilerlediğini fark etti.

“Bu... mümkün değil,” diye mırıldandı. Kelimeleri titrek, sesi kısık çıkıyordu. Masanın üzerindeki kitaplar artık yere doğru kayıyor; kâğıtlar ise oda içinde savruluyordu. Toz zerrecikleri, lambanın cılız aydınlığında parlıyor, sonra karanlığa gömülüyordu.

Tam o sırada, titreşim aniden durdu. Tıpkı bir kapı çarpması gibi, keskin ve hızlı bir geçiş. Geriye uğultulu bir sessizlik kaldı. İbrahim, derin derin nefes alarak doğruldu. Şaşkın bakışlarıyla etrafı taradı. Ne pencere ne de kapı eskisi gibi görünüyordu. Odanın duvarlarında çatlaklar belirmişti.

İbrahim, sakince toparlanmaya çalıştı. Eli hâlâ saatin üzerinde geziniyordu. Fakat saati eline almak için hamle yaptığında, parmaklarının uçları boşluğa değdi. Kendi ellerine baktı. Saat birkaç saniye önce olduğu yerde yoktu. Bir nefeslik süre içinde masadan yitip gitmişti. Panik duygusu iyice keskinleşti. “Saat? Nerede saat?” diye sordu, ama nafileydi.

O an odada bir ışık hüzmesi gözlerine çarptı İbrahim’in. Emekleyerek ışığa doğru ilerlemeye başladı. Işık bir yanıyor bir sönüyordu sanki bir mesaj veriyor gibiydi. Biraz sürünüyor sonra duruyor elini uzatarak ışığa yaklaşıp yaklaşmadığını anlamaya çalışıyordu. Fakat bir süre sonra ne kadar ilerlerse ilerlesin yaklaşamadığını fark etti. İbrahim’i müthiş bir korku sardı. Bedeninin ısındığının, alnından soğuk terler döktüğünün de farkındaydı. Çünkü şu an odasında değildi. Önce bacaklarını kendine çekti. Kollarını bacaklarına dolayıp çenesini dizine koydu. Derin bir hiçliğin içinde bir toz tanesi gibi ya da koskoca evrende bir karınca gibiydi. Şu an, nerede olduğunu anlayamamış ve idrak edememişti. Gözlerini sımsıkı kapatarak bir öne bir arkaya gitmeye başladı. İbrahim en son okuduğu şeyleri hatırladı. “Ne zamanın içindeyim büsbütün ne de büsbütün dışında.” bu dizeler sanki onu buraya sürüklemişti. Aklından bütün düşüncelerin film şeridi gibi geçtiğini gördü. Derin bir nefes alarak kafasını kaldırıp gözlerini açtı. Sanıyordu ki uyanacak bu rüyadan… Fakat gözlerini açtığında gördüğü şey aynıydı. Simsiyah bir ortam ve sağında, ufukta görünen bir ışık. Sahiden bu yazdığı dize kaderine yön vermiş olabilir miydi?

İbrahim susuzluktan kurumuş, korkudan kenarları uçuklamış dudağını hafifçe oynatarak “Yekpare geniş bir anın, parçalanmaz akışındayım.” dedi. Işık biraz daha büyüyerek rengi sarıya çalmaya başladı. Gözleri karanlık körlüğünün ardından parlak, temiz ışıkla daha da bulandı ve etrafını göremedi. Bir süre başını öne eğip sadece önüne bakarak ışıktan etkilenmemeye çalıştı. Gözleri etrafa alıştığında ve yavaştan görmeye başladığında fark ettiği şey yüzünden aklını yitirebilirdi. Çünkü, İbrahim şu an bir çölün ortasındaydı.

Güneş, tepelerin arkasından ağır ağır yükselirken İbrahim’in tenini ısıtıyordu. Az önceki korku yerini huzurlu bir bekleyişe bıraktı. Titreyen dizleriyle ayağa kalktı, kollarını göğe doğru kaldırdı ve güneş ışınlarının parmaklarının arasından süzülüşünü izledi. İçinde, hayatın en saf noktadan yeniden başlayabileceğine dair güçlü bir inanç uyandı. Gözyaşları yanaklarına süzülürken, ruhunu saran sıcaklıkla kendini neredeyse hiç olmadığı kadar hafif hissediyordu. Belki de bu sahiden Tanrı’dan istediği şeydi.

Ellerini daha da yukarı kaldırdı. İçindeki o yoğun coşkuyla: “Allah’ım buraya senin kudretinden başkası getiremezdi beni. Sana iman etmenin mutmainliğini yaşıyorum. Var olduğuna iman ediyorum. İmandan şüphe ettiğim her an adına senden af diliyorum.” diyerek çölde koşuşturmaya başladı. İbrahim koştukça, o zıpladıkça güneş de tepeler de onunla zıplıyordu. Yani İbrahim tam olarak böyle hissediyordu. Fakat İbrahim koşmaya devam ettikçe yer sarsılmaya hatta yarılmaya başladı. İbrahim ayağını tam yere basarken derin bir baş ağrısıyla gözlerini açtı. Kafasını kaldırdı.

İbrahim karmaşık duyguların içindeydi. Gözlerini açtığında yine masasındaydı; önündeki kitapların dağınıklığı ve masa lambasının loş ışığı ona tanıdıktı. Fakat bir şey farklıydı: Hâlâ tüy kadar hafif hissediyordu. Olanları hatırlar hatırlamaz bakışlarını hemen saate çevirdi. Saat 9:77’de takılı kalmıştı. Bu tek başına tuhaf bir durum olsa da, ilginç olan yalnızca ibrelerin 77 sayısını göstermesi değildi.

Ellerini kaldırmaya çalıştı, fakat kolları ona itaat etmedi. Boşlukta süzülüyordu adeta; bedeni ise sandalyede hareketsiz duruyordu. İçini bir ürperti kapladı. “Rüyada mıyım?” diye düşündü. Duvar saatini hatırladı. Eğer o da bu kadar garipse hâlâ rüyada olabilirdi. Fakat gözleri duvara kayınca onun normal seyrinde işlediğini gördü. Bu, içinde bulunduğu durumu iyice anlaşılmaz kılıyordu.

Boşlukta süzülürken her şeye anlam vermenin ne kadar zor olduğunu düşündü. Elbet bir çaresi vardı, ama zihnini toparlamak kolay değildi. Bakışlarını son kez kendi bedenine çevirdiğinde, masanın üzerindeki not kâğıtlarında yazılı cümle dikkatini çekti: “Şüphe yok ki İbrahim tek başına bir ümmetti.”