Tertemiz evine girdiğinde yüzüne kocaman bir gülümseme yerleşti. Temizliği muhafaza etmenin gereklerini düşünürken herhangi bir sosyal medya içeriğine maruz kalmadan temizliğin gereğini kavrayacak zamanı kendine verdiği için kendiyle gurur duyuyordu. Her gün içerik yağmuruna tutulan ruhu ve vicdanı artık bedenini ve de aklını yönetmekte zorlanıyordu. İçindeki sesleri susturmanın imkânı yok gibiydi. Bu yüzden internet kullanımını sınırlandırmayı denemişti ama işe yaramamıştı. Ama kısıtlı kullanım, yapılacak birçok işi gün yüzüne çıkarmıştı. İnternetten uzaklaştıkça iş yağmuruna tutulduğu için kendini köşeye sıkışmış hissediyordu.
Herkesin hayatı nasıl olur da böyle tıkırındaydı? İnsanlar her gün bir etkinlik yapmak için enerjiyi nereden buluyorlardı? Kafein bağımlısı olmak da yetmiyordu ona. Günlük yemeğini yapamayacak kadar yorgundu. Aklına dik durması gerektiği geldi. İşte şimdi mumyalanmış biri gibi yazmaya devam ediyordu. Omurgalarından ensesine uzanan ağrılara bakalım kaç dakika dayanacak ve boynu ne zaman önüne düşecekti? Bir dakika daha, dedi içinden. Bir dakikayı saymamalıydı. İçinden sayı sayma yeteneği vardı. Şimdi on beşinci saniyede. Şimdi yirmi oldu. Bunları yazıya aktarmamalıydı. Son düzenlemeye iş bırakmaktan nefret ediyordu. Sonuçta onu da o yapacaktı. Yazarken arkada çalması için bir şeyler bulması bu sefer uzun sürmemişti. İnanılmaz! Kaçıncı saniyede olduğunu unuttu. Akıştayım, akıştayım, lütfen takılma AYLİN, LÜTFEN, LÜTFEN, LÜTFEN! Benim yerime büyük harfle yazan klavyeme teşekkürler. Kavalyem yok. Saçma sapan bir blog adını çağrışım yapan beynim keşke yazması gereken habere odaklansa. Arka fon güzel. Artık müzik dinlemeye tahammül edemiyordu. Müziksiz spritüel içeriklere de güvenemiyordu. Nasıl bir korku ve endişe halidir bu ya rabbim… Yazmaya devam ederken müziksiz neşidlere kulak veriyordu. On saniyelik öne düşen boynunu yine mumyaladı. Özneler karıştı, içimdeki seslerden birine mikrofonu uzatsam hangisi olurdu acaba? Birinde karar kılmalıydı. O Yargılayıcı yüzündendi bu kararsızlığı. Şefkatli’nin sesi niye böyle kısık kaldı ki… Kahve saati gelmişti. Aslında gelmemişti. Yazmamak için bahane saatiydi. Masadan kalkmadan önce bilgisayarını uyku moduna almalıydı. Ama vazgeçti, kahveyi yapar yapmaz masaya geri dönecek ve yazmaya devam edecekti. Sırtının ortası ateş topuna döndü iyice. Dik durmak neden hep eziyet olur insana? Çalan neşidler nasıl da yükseltti modunu bak. Eheheheh gülüşü yapıştı yüzüne. Başı ağrımaya başlamıştı bir yandan da. Şunu da dinleyip öyle kalkayım, dedi. Boş durmayı hiç sevmediğinden (sevmediği halde boş durduğundan) yazmaya devam ediyordu. Ne ara bu kadar hızlı yazmayı öğrenmişti. Dur bakalım kaç parmakla yazıyorum diye baktı. On parmağında on marifet insanı değildi besbelli. Dört parmakla yaşıtlarının biraz gerisinde kalmış olabilirdi. Allah aşkına kalk artık!
Ayağa kalkar kalkmaz makinedeki çamaşırlar aklına gelmişti. Hemen onları makineden çıkarıp asması gerekiyordu, öyle de yaptı. Yaparken, nasıl da çalışkan bir insanım, gururunu yaşadı. Gerçekten kendisini bilmesek… Neyse. Güya çalışkan arkadaşımız kahve yaparken daha ocağın altını yakmadan cezvenin ocağa dökülmesine sebep oldu. O çekmece öyle sert kapatılırsa olacağı bu. Her şey her şeyden tesir alıyor sonuçta. Nereden bilebilirdim ki deme, o titreşim cezvenin dengesini bozdu. Bir de eşyaları canlı varlıklar gibi gördüğünü söylüyordun. Peh.
Kahvesinden büyük bir yılgınlıkla bir yudum almak istedi. Morali bozulmuştu işte. Yine bir tek kendisinin bildiği iddialarından vurulmuştu. Yargılayıcı çok olmaya başlamıştı. Gerçi bu öfkesi onu bir şeyler yapmaya zorlamayacaktı ama yine de ona öfkeleniyordu. Öfkesi hem yerindeydi hem de değildi. Çünkü içten içe ona hak veriyordu. Şefkatli’nin mi sesi o? Sesini açma çalışmaları yapıyor galiba. Ama geç kaldı her zamanki gibi. Yine boynu bükük beni izlemekle yetinecek kesin. Hayır, dik durmayacağım. Ben bu halimden memnunum. Ne gücüm var kendimi savunmaya ne de isteğim. İki büklüm yaşamaya devam edeceğim. Kahvem de hemencecik soğudu. Soğur tabii, o kadar ıslak nevresim, perde cart curtla evde nefes aldığına dua et sen. Vay be şu an çok yetkin hissettim kendimi. Bir yandan evimin işlerini yapıyorum, bir yandan da bloğuma yazı yazıyorum. İç bir yudum daha, sefan olsun güzelim. Akıştayım beee!
İkinci sayfamı o? O kadar yazdım, sadece bir sayfa mı tuttu yani? Yazarken yaşadıklarım peki? Şu boynuma boynuma vuran stres ağrısına kim çare bulacak peki? Kahveni iç. Pilatese başlasan ölürdün zaten. Her sabah o kadar erken kalkıyordun, bi on beş dakika pilates yapsan ölürsün değil mi? İlla uzak bir yerde olacak zahmete girip üstüne bir de paranı verip pilatese gideceksin. Kızım sen var ya, çok geç kalmışsın şu dünyanın düzenini anlamaya. Dünya deyince nasıl da küfür doluyor ağzına. Tamam tamam, sen küfretmezsin. Bakışların etti ama benden söylemesi. Neşidler güzel akıyor ama. Sosyal medyada çok kullanıyorlar bunu. Anlamı ne acaba, hiç merak edip de bakmadık bak. Kahve bitti. Bir de hüzün bastı iyi mi? O kadar iş güç yaptın uyandığından beri, biri için mutlu olmadın değil mi? İşte hepsini kendinden bildin de ondan. Sabahtandır Allah’tan dememek için bin takla attın kızım. Haydi, benden sonra tekrar et, sonra da yazına noktayı koy diğer işlerini hallet kızım:
Allah adın zikredelim evvela.
Vacip oldu cümle işte her kula.
Haftalar sonra staj yaptığı televizyon kanalında anonim bloğundaki bu yazının “gençlerimiz ne yaşıyor” başlığı altında kendisinin sunduğu ilk haberlerden biri olacağından habersiz ayağa kalktı. Sosyal medya kullanıcılarına iki hafta yetecek gündemin “seküler dindarlarımız” başlığı altında toplanmasının da vicdanını yaşayacak ve akışta olmak yalanına bin dereden su getirecekti.