Bu civarın en leziz, en sulu karpuzları bizim ilçede yetişiyor. İl merkezindekiler de bunu biliyor ama inatlarından kabul etmiyorlar. Demiyorlar ki yahu ne olacak sanki? Onlar da bizim bir parçamız. Tamam hadi kabul. Yok, illerin sınırları içerisindeki ilçelere garezini anlayabilen beri gelsin. Yozgat Sorgun’a düşman mesela. İnanılır gibi değil. Karpuzumuzun ünü, ilçemizin sınırını aşmış gitmiş. Oh olsun herkese.
Bizim bahçe de öyle ahım şahım büyük değil ama annemle ikimizi geçindirmeye yetiyor. Su var su. Su oldu mu her şey var, hayat var. Rahmetli nenem ellerine yüzüne bakar: “Ee buruşur tabii. Kocayınca deremiz kurudu gitti.” diye iç çekerdi. Güzellik de sudan bereket de sudan. Her hasat vakti, annem hayaller kuruyor. Allı pullu gelinini davullu zurnalı evimize getiriyor. Karşılıklı oynuyoruz üçümüz. Gelini nazlı nazlı oynuyor. Hayal balonunu puff diye patlatıyorum sonra. “Yahu anne, vallahi senin şu hayallerinin korkusundan bazen Allah’ım şu karpuz bahçesini kurut, diye dua edesim geliyor. Bırak artık. Koca kadınsın. Evlilik alnıma yazıldıysa olur. Darlayınca soğuyorum dur artık.” diyorsam da dinlemiyor. Allah benim canımı alsın da kurtulla başlayan gözünden nasıl gelebildiğini anlamadığım yaşlarla sona eren bir ritüele dönüyor sonrası. Anneler evlatlarını evlendirmek üzere yaşıyorlar. Anneler, evlatlarının hayatlarını kendi hayatları için ipotek ediyorlar. Babam hayatta olsaydı hedefi şaşardı belki annemin. Ölüm gidene zor değil ki. Ölüm, kalana bin kapılı imtihan bırakıyor. Kilitleri açtıkça başkası. Derken başkası. Öyle böyle savuşturuyorum bu meseleyi. Ama kalplerimiz her hasatta kırılıyor. Karpuzları topraktan ayırdıkça ben de ayrılıyorum annemden. Anlamıyor.
Karpuzlarımızı her yıl aynı satıcı alıyor. Aile dostumuz oldu. Dürüst. Peşin veriyor paramızı. Ana oğul didiniyorsunuz, alnınızın teri soğuyunca bana günah diyor. Müslüman olmaya sarılasım geliyor böyle zamanlarda. Arabasını yükleyip gidince gözlerimiz pırıl pırıl evimize dönüyoruz. Annem yol boyu hayaller kuruyor. Ben yol boyu onun hayal balonlarını patlatıyorum. Rahmetli baban göremedi, senin yüzünden ben de göremeyeceğim diye söyleniyor bir süre. Bu gidişle ben de kendi mürüvvetimi göremeyeceğim senin yüzünden anne, diyemiyorum. İçime konuşuyorum. Dışımdan susuyorum. Karpuzlar bizden uzaklaşıyor, ben olduğumdan yerden uzaklaşıyorum. Arkama bakmadan kaçıyorum. Ama annem de benimle koşuyor ne fayda.
Sonra kış geliyor. Kapanıyor ilçe evlere. Bacalardan yol buluyor dumanlar, göğe ağıyorlar. O dumanların sırtına binip çıkıyorum gökyüzüne bazen. Aşağıyı seyrediyorum. Uçsuz bucaksız beyazlıkta evimize bakıyorum. Bahçemize. Annemin yüzünü tahmine girişiyorum. Yazın sıkı çalışanlar, kışın evlere kapatılmayı yediremezler kendilerine. Kar onlara beyaz üniformalı gardiyan gibi gelir. Soğuk, dipçiğiyle evlerin kapısında duran beton yüzlü bir asker gibi. Annem de evde kendine iş bulur sürekli. Sonra pencereden bahçemize bakar bakar iç çeker. Karpuzları hayal eder. Onları düşlerken telli duvaklı bir kız belirir kırmızı yanaklı. Sonra yanında yöresinde ben beliririm. Çekingen çekingen şıklatırım parmaklarımı hayalinde. Sonra puff. Çatıdan bir kar yığını düşer, annem uyanır. Zaten bizim burada kış mevsimi uzun sürmez. Sürse karpuz olmaz. Karpuz olmazsa annem hayal kuramaz. Hayal kuramazsa annem. Ölür.
Bahar anneme de gelir. Hemen bahçeye koşar. Çapasını kaptığı gibi bana da bağırır: “Gel haydi Nejat gel. Toprak, un gibi un.” Un gibi derken toprak cidden de un gibi gözükür gözüme. Kelimeler çok sihirli. Kendine benzetiveriyor her şeyi. Nejat bahçeye koşar, kışın dinlenen toprak bir güzel havalanır. Karpuz tohumları emenlere bırakılır. Sonrası Hüda’da. Annem işimizi bitirince bahçenin başına geçer, fısır fısır duasını okur üfler, okur üfler. Sonra yönünü benden yana döner. Bana da üfler. Ben o dua rüzgârı daha bana ulaşamadan elimle savarım. Annem fark etmez. Fark etse yeniden okur üfler. Üflediği rüzgârla ata binmiş bir gelin yollar bana. O atı daha yolun yarısındayken ürkütür kaçırırım. Annem görmez.
Ağustos başında hasat başlar. Koca koca, alacasız yeşil karpuzlar yattıkları yerden yeniden doluşurlar kamyon kasalarına. Yine eller tutuşur pazarlığa. Bahçelerimizden, tarlalarımızdan kopan karpuzlar kim bilir kimlerin sofrasını serinletir. Karpuz demek, mola demektir çalışana. Mola demek hayal demek. Annemin hayalinin bulaştığı karpuzlar, kim bilir hangi hayallere katık olur.
Recep amca, her yıl olduğu gibi bizden yükler kamyonetine karpuzları. Her yıl olduğu gibi üzmez. “Sen bizi yormadın, Allah da seni yormasın.” diye duayla uğurlar annem onu. O da yönünü benden yana döner: “Eh bu paralar, yuva kurar inşallah bu sefer.” der. O böyle deyince annemin kazanlar kaynar. Ben yanarım. Annem kazanın derecesini artırır. Ben haşlanırım. Recep amcaya beddua edeceğim tutar. Dilimi ısırırım. Yahu, derim artık değiştirin gündeminizi. Hac konuşun, tarla tapan konuşun, tesbih konuşun. Sus sen ne bileceksin, diye kızar annem. Susarım ama bilmediğimden değil.
Bir gün tak etti canıma. Açtım ellerimi yatsıya müteakip. “Allah’ım,” dedim. “Kurtarsan kurtarsan beni sen kurtarırsın. Öyle bir şey olsun ki canımız yanmasın ama gündemimiz değişsin. Hatta annem dışarıdayken ben evde kilitli kalayım. Annem bir süre akrabalarda kalmak zorunda kalsın. Aman haa sağlığına bir şey olmasın. Onsuz n’aparım sonra? Maksat gündem değişsin. Anlamışsındır Allah’ım maksadımı. Amin velhamdülillahirabbilâlemin.” Duamı ettim yattım.
Sabah annem erkenden bahçeye çıkar. Dış kapının sesini duydum, bu sabah da çıktı. Başımı Allah orada olduğundan değil de alışkanlıktan yukarı kaldırdım, Allah’ım dedim. Hani geceki dua. Miskin miskin sürükledim vücudumu. Elimi yüzümü yıkadım. Pencereyi açıp anneme günaydın, dedim. Başını kaldırdı. Nezihelere uğrayıp geliyorum, çay suyunu koyarsın, dedi. Başımı salladım. Koymadım. Gittim yattım. Hemen dalmışım. Bağırış sesleriyle uyandım. Kapıya koştum hemen. Ne göreyim. Evin boyu koca karpuz! Annem, komşular bağırıp duruyor. Bu ne yahu, dedim kapının dışındakilere. Hayri amca: “İnsanların bahçesinden yuvarlanıp geldi galiba. Şuna bak, az daha yuvarlansa ilçeyi dümdüz ederdi bu.” dedi. Şu insanların zararı bir değil ki. Bin. Beş bin. Sanki bu dünya sadece bunlara tapulanmış. Ee, dedim. Kaldırabilecek misiniz bunu? “Belediyeyi çağırdık.” dedi annem. “Sen pencereden çık istersen.” Düşündüm düşündüm. “Yok.” dedim. “Belim ağrıyor. Düşerim de gelin alamazsın.” Korktu. “Aman tamam. Dur içeride madem.” dedi. Kalabalık kapımızın önünde çoğaldı. Bakkalın sesi geliyordu: “Şimdi bu pinti insanlar, ya bu karpuzun peşine düşerlerse? Biri bile gelse dümdüz ederler, pestile çevirirler bizi vallahi.” İmam efendi: “Ağzımızdan çıkanlara dikkat edelim efendiler. Dua yerine geçer, dua yerine geçer.” diyordu. Hayri amca: “Böyle bir şey hiç oldu mu yahu? Hem alarm sistemi ne güne duruyor?” deyince annem: “Koca karpuz taa gelmiş kapımıza dayanmış. Nerede bu alarm sistemi efendi?” diye hiddetlendi. Haklıydı da hani.
İnsanlarla iç içe yaşarız biz. Biz. Bir adımız varsa da bilmiyorum. Onlar bizim farkımızda değiller. Onlar neyin farkındalar gerçi? Koca koca kafaları, koca vücutlarıyla geçip giderler köylerimizden kasabalarımızdan. İyi ki de fark etmediler bizi gerçi. Fark ettikleri her şeyin canına okudular. Şimdi tarlalarından bir karpuz alıp başını gelmiş bizim ilçeye. Hem de bizim kapıya. Duam kabul oldu gibi olmasına da belediye ekipleri gürül gürül geldiler. Gelmesinler istedim. Az kafamı dinleyeyim. Kalabalığı uzaklaştırdılar. Hızarlarla kesmeye başladılar. Annemin sesi geliyordu o esnada: “Camları da yeni silmiştim. Battı battı.” Nezihe teyzeye seslendim içeriden: “Teyze annemi size götür. Akşamı bulur bu karpuzun parçalanması. Sabaha gelirsiniz.” dedim. Annem yok mok dediyse de Nezihe teyze tuttu götürdü annemi. Baktım annem uzaklaşıyor, oh be dedim. Kapattım kapıyı. Geçtim salona. Açtım televizyonu. En sevdiğim film başlıyor. Koştum çay da demledim. “Allah’ım.” dedim. “Yarın sabaha bir tane daha karpuz kaçmaz mı acaba yine insanların tarlasından kapımıza?”