İlk ne zaman fark ettim bilmiyorum. Biliyorum ya da. Metroda. Kızılay’ın kaosuna, ucuz parfüm ve akordu bozuk müzikli ortamına doğru yol alırken. Kapı kenarında kendime güzel bir yer bulmuşken. Gözümü ayırmazken durak göstergesinden. Yeraltı canavarı gibi uğuldayan metronun içinde tek tük seslerden başka ses yoktu. Yüzler, beton gibi ve yorgun duruyordu. Ben de onlara dönüştürdüm suratımı. Yolculuklarda yol arkadaşlarımıza benzeriz. Tıpır tıpır sesleri kulağımı doldurunca fare geziniyor sandım. Fareden tiksinirim. Çocukken bana göre pis olan bu varlıkları Allah’ın niye yarattığını anlamazdım. Büyüyünce anladım. Fare, yanlarında barış bayrağı gibi kalacak türdaşlarımı da tanıyınca varlıkların niye var edildiğini sorgulamayı bırakıp kendi varlığıma yöneldim. Evet fare var sandım ve ufak bir çığlıkla ayağa fırladım. Sesler artınca koltuğa çıktım. Yan koltukta oturan kadın: “Ne oluyor hanımefendi?” diye hiddetlendi. “Ne olacağı mı var? Fare fare!” diye bağırdım. Kadın popülasyonunu harekete geçirmeye yetti bu cümlem. Metro tiz çığlıklarla doldu. Adamlarsa korkmuyorlardı güya ama sarıldıkları köşelerde hiç de öyle gözükmüyorlardı.
Bir sonraki durakta inmek istedim. Ama o kadar hücum ettiler ki ben inemeden kapılar kapandı. Fare ve geride kalanlar yolculuğa devam ettik. Bir süre sonra sakinleşti metro. Ortalıkta gözükmüyordu. Yanımdaki kadın da inemeyenlerdendi. “Hani,” dedi. “Ortalığı birbirine kattınız. Ne arasın fare hem! Tövbe tövbe.” Kulağımda tıpırtılar devam ediyordu. Kulağımı işaret ettim: “Duyuyorum işte, buradalar.” dedim. Çantası açık duruyordu. İşaret ederek: “İnşallah içine zıplayıvermezler.” dedim. Sinirlendi belli. Ama sonrasında çantasını da bir hışım kapatıverdi. Yere baka baka huzursuz oturuyordum. Derken baktım ki üç beş karınca geçiyor önümden. Bunlar bu kadar ses çıkarıyor muymuş, diye şaşırdım ama asker taburu gibi rap rap sesler eşliğinde geçiyorlardı gözümün önünden. Evet ilk kez o gün fark ettim bu küçük sesleri. Demek seslerin sahibi bunlardı. Kadına dönüp: “ Hay Allah,” dedim mahcup. Şaşırdı. Sonra ayağa kalktım: “Sizi korkuttum, çok özür dilerim hepinizden.” dedim. “Meğer bu sesler şuncağız karıncalara aitmiş, inanabiliyor musunuz?” Onlardan da evet, ne ilginç, karıncanın ayak sesi de böyle duyulur muymuş hayret, gibi tepkiler bekledim ama suratıma delirmişim gibi bakıyorlardı. Karıncalar ve ayak sesleri? İşte bakın buradalar? Yaşlıca bir adam: “Sen şaşırmışsın yavrum,” dedi. “Karıncanın ne ayak sesi olacak?” Yanındakilere dönerek: “Bizim köyde de yaşı benzemesin bunun gibi bir kız vardı. Yok ses duyuyorum, yok aha bakın bir şeyler dolanıyor diye diye sıyırdı gitti. Yatırdılar Mazhar Osman’a. Yaa yaa…” İlgiyle dinleyen topluluktan biri sordu: “Mazhar Osman kim dayı?” Adam yerinde kıpırdandı: “Doğru doğru, İstanbul’da orası. Nereden bileceksiniz? Sinir hastanesi.” Yanında oturan kadın, hastaneye yatırılmış gibi irkildi bana bakarken: “Allah muhafaza.” dedi. İşte o an gözüm döndü: “Yahu,” diye bağırdım. “Siz sağırsanız suçum ne? Ne demeye iki dakikada yatırdınız beni bilmediğim hastanelere hem? Koca koca insanlarsınız bir de.” Karıncaların ayak sesi uzaklaşmıştı. Arka peronlara doğru kaybolup gittiler.
Kızılay durağında indim. Kalabalık arasında kayboldum gittim. Beni iner inmez unuttular. İner inmez kendi dünyalarına daldılar. Başka dünyalar var olsun. Nasıl da bizi kurtarıyor başkalarının ilençli gözlerinden? Ucuz parfüm, akordu bozuk müzik ve kalabalık. Bu şehir insanı yutar. Karıncaların seslerini yuttuğu gibi. Sesleri o kadar yüksek ki. Uğultu uğultu uğultu. Nereye gideceğimi unuttum. Güvenpark’a sığındım. Sığınılacak bir yeri varmış gibi. Yine de yeşilliği var. Koca koca ağaçları. Bir bankta öylece oturdum. Yapraklar hışırdadı. Baktım, ağaca tırmanıyor bir tırtıl ailesi. Kıtır kıtır kıtır. Hatır hutur. İlgiyle izledim. Hemen yan bankta gençten entel duruşlu bir oğlan, kitabını karıştırıyordu. Tırtılların gürültüsüne başını bile kaldırmadı. Okuduğu sanki daha ilginçmiş gibi. Kitaplar, bazen dünyanın en basit olayını abarta abarta anlatmakta birinciler. Tuğla gibi bir kitap. Ama ne anlatıyor? Kurabiye. Tırtılları uğurladım. Işıklarda biri uzunca kornaya bastı. Oğlan kafasını öyle hızlı kaldırdı ki rüzgârı bana ulaştı. Ağzına yakışmayacak şekilde: “Çüş ulan,” dedi. “O ne biçim korna öyle?” Göz göze geldik. “Tırtıllar,” dedim. Anlamadı. “Yanınızdan tırtıllar tırmandı gürültüyle. Onları duymadınız ama.” Bir süre bakakaldı suratıma. Toparlanmaya başladı sonra. Kulaklığını boynuna indirdi. Çantasına bir hışım kitabını attı. Kalkarken eğilip: “İyi değilsin galiba sen abla,” dedi. “Bakırköy’e uğrasan mı?” dedi yılışık yılışık. Terbiyesiz, dedim peşinden. Dönüp hadi oradan der gibi baktı gitti. Ayağa kalktım: “İyiyim ben, hem Bakırköy İstanbul’da. Buranın delirenleri de mi oraya gidecek? Bu İstanbul hangimizi kucaklayacak ha hangimizi?” Parktakiler dönüp bana baktılar aynı anda. Uzaklardan bir zabıta hareketlendi bana doğru. Apar topar kalktım.
Parkın içinden çiçekçilere doğru yürüdüm. Bugünü bir demet çiçekle sonlandırmak fikri hoşuma gitti. Baktım, Hülya abla neşeyle sularını değiştiriyor çiçeklerinin. Kolay gelsin abla, dedim. Başını kaldırıp beni görünce yüzü aydı. İçimden şükür, dedim. Bugün beni gördüğüne sevinen biri. Ayaküstü konuştuk. Senin fotoğrafçı nasıl, dedi. Yüzümü buruşturdum. Bilmem, dedim. Hiç görüşmüyoruz ki artık. Ee, dedi. Büyük yerlerin arkadaşlığı da böyle oluyor. Bana güzel bir demet yapsana abla, dedim. Kime, dedi manalı manalı gülerken. Kendime, dedim. Hayatımdaki insanlardan çiçeği en çok ben hak ettim bugün. Gülüştük.
Dönüş yolunda elimde koca demet çiçekle yürüdüm meydanı. Ne şanslı kadın, sevdiği beyden herhal, nasıl da kucaklamış buketi, diyenler çıkmadıysa adımı değiştiririm. Ara ara kokladım. Baktım, çiçeğin üstünde bir gürültü. Uğur böceği iki tane. Yan yana kırmızı sırtlarıyla yürüyorlar gümm gümm gümm. Yürüyen merdivendeydik o an. Yavaş yürüyün biraz yavaş, derken bir kızla göz göze geldik. Birkaç saniyede teşhisimi koydu. Sonra kalabalığa karıştı gitti.