Köyün en eski evi, bahçesinden uçsuz bucaksız bir bozkırı gören, yıpranmış ahşap çatılı bir kulübeydi. İçinde, başında kırmızı yaşmağı, üzerinde uzun beyaz elbisesiyle sürekli bir şeyler mırıldanan yaşlı bir kadın yaşardı. Adı Sırma'ydı, ama köyde herkes ona "Dinlek Hatun" derdi. Sırma Hatun, doğanın kimseye açmadığı sırlarını işiten bir kadın olarak biliniyordu.
Köyün çocukları onun etrafında fısıldaşırdı:
"O, Güneş’in seslerini duyuyormuş! Rüzgârın konuştuğunu söylüyor!"
Sırma Hatun bu söylentilere ne karşı çıkar ne de onaylardı. Ama her sabah kerahat vakti, bahçesindeki eski bir kütüğe oturur, gözlerini ufka diker ve saatlerce beklerdi.
Bir sabah, köye yeni atanan genç bir öğretmen, Sırma Hatun’un kapısına geldi. Öğrencilerinden duyduğu hikâyeler onu buraya çekmişti. Merakı, köyü dolaşma bahanesiyle başladığı gezintiyi Dinlek Hatun’un bahçesinde bitirmişti.
“Selamun aleyküm, teyzecim. Nasılsınız?”
Sırma Hatun hafifçe gülümsedi, başıyla selamı aldı. Yaşmağını düzelterek yanındaki kütüğü işaret etti. “Yavaş otur kızım, onun da canı var,” dedi.
Öğretmen şaşırarak sordu:
“Kimin? Bu kütüğün mü?”
“Öyle ya, ne sandın?”
“Kesilmiş bir ağaç bu. Canı olmaz ki…”
Dinlek Hatun gözlerini kıstı, ufka döndü ve sordu:
“Duyuyor musun kızım?”
“Neyi?”
“Rüzgârın ağlayışını, toprağın fısıltısını, suyun türküsünü...”
Öğretmen, söylenenlerin akıl almazlığı karşısında irkildi:
“Toprak mı konuşuyor?”
Dinlek Hatun başını salladı.
“He ya, her şey konuşur. Sessiz sanıyorsan, yalnızca kulaklarının alıştığı gürültü başka bir şeyi duymana engeldir. Rüzgâr, dallara sevgisini anlatırken ağlar; kökler, gece boyunca birbirlerine hikâyeler anlatır. Su, gürül gürül bir türkü tutturur. Yeter ki dinlemesini bilesin.”
Öğretmen, bu sözlerin delilik mi, yoksa bilgelik mi olduğuna karar veremiyordu. Şüpheyle, ama merakla sordu:
“Peki ya bu sesler? Hep aynı mı kalır, yoksa değişir mi?”
“Her an değişir,” dedi Sırma Hatun. “Sabahın rüzgârı şefkatle mırıldanır; akşamüstüne varınca ağıda döner. Yağmur, yere ilk düştüğünde sevinçle dans eder, ama toprağa karışırken hüzünlü bir ninni olur. Güneş sabah taze bir gelin gibi türkü söyler, ama batarken yorgun bir ninniye döner. Her şey yaşar, her şey değişir...”
Öğretmen dinledikçe karmaşık duygular içinde kaldı. Günlerce Sırma Hatun’un yanına gitmeye devam etti. Kadını izledi, sorular sordu, cevaplar aldı. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Sırma Hatun’un işittiğini söylediği bu seslerden tek bir iz bile yakalayamadı.
Bir sabah, merakını yenemeyip sordu:
“Peki, neden bu sesleri ben duyamıyorum? Nasıl yapıyorsunuz bunu?”
Sırma Hatun derin bir nefes aldı, gözleriyle öğretmeni süzdü ve sakince konuştu:
“Çünkü duymak istemiyorsun. Hâlâ dünyayı kendi istediğin gibi anlamaya çalışıyorsun. Bu sesler kulaklarla duyulmaz. Ruhunda bir boşluk yaratmalı, kendini seslere teslim etmelisin.”
Öğretmen, içten içe böyle bir teslimiyetten korktuğunu fark etti. Bu cevap, ondan büyük bir şey talep ediyordu: anlamdan vazgeçmek. Ama anlamdan vazgeçmek ona imkânsız geliyordu.
Zamanla öğretmen Sırma Hatun’dan uzaklaştı. Yine de kadın her sabah bahçedeki kütüğüne oturmayı sürdürdü. Gözleri kapalıydı; rüzgârın kıvrımları arasında kendi iç sesiyle mırıldanıyordu. Yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı.
Bir gün köylülerden biri öğretmene yaklaştı ve sordu:
“Sen de bir şey duydun mu, kızım?”
Öğretmen, hayır anlamında başını salladı. Ama içinden bir fısıltı yükseldi:
“Belki de gerçekten sağırız...”
Köylü omuz silkerek ekledi:
“Aman kızım dikkat et kendine. Fazla içli dışlı olmaya gelmez. Hoş, kimseye zararı yok ama, cinli midir nedir, bilinmez.”
O an öğretmen anladı ki Sırma Hatun, köyün düşündüğü gibi yalnız ve acınası biri değildi. O, tüm dünyanın sesini duyan; ama kendi sesini bu atmosfere karıştırmayan biriydi. Ve belki de bu, gerçek bir bilgelikti.