Seslerin Ötesinden Gelen

Melek Öztürk

Gökyüzü, kendi rengini unutmuş gibi kararmıştı. Gece, karanlığın içinden yankılanan bir sesle titredi. Yıldızların dansı kesildi ve yerini derin bir sessizliğe bıraktı. Erya, bu sesin sıradan bir yankı olmadığını anlamıştı. Çünkü onun diyarı "Seslerin Yurdu" idi; burada her yankı, bir değişimin habercisiydi.

Erya’nın dünyasında ses, sadece bir araç değil, bir yaşam biçimiydi. Rüzgarın şarkıları, yıldızların fısıltıları, toprağın yankıları onların rehberiydi. Ancak Erya diğerlerinden farklıydı; doğanın en gizli fısıltılarını dahi işitebilen eşsiz bir yeteneğe sahipti. Onun doğduğu anda yankılanan melodiden dolayı adı "Melodilerin Taşıyıcısı" anlamına gelen Erya olmuştu.

Bir gece, yankılar kesildi, yıldızlar sustu ve gökyüzü yırtıldı. Büyük bir patlama, Erya’yı kendi diyarından başka bir evrene, bizim dünyamıza savurdu. Gözlerini açtığında, etrafını saran yeşillikler ve bilmediği bir dilde fısıldayan ağaçlarla karşılaştı. Dünya’nın sesleri ona çok daha karmaşık, sert ve ham geldi. Her yaprak bir hikaye anlatıyor, her rüzgar bir ağıt taşıyordu. Ancak insanların sesleri bambaşkaydı: sert, karmaşık ve asla dinginleşmeyen bir deniz gibi.

Erya’nın ilk karşılaştığı kişi, korkulu gözlerle bakan küçük bir çocuktu. Çocuğun elinde bir keman vardı. Erya, kemanı işaret ederek hafifçe gülümsedi. Çocuk, tereddütle kemanını çalmaya başladı. Çıkan melodilerde, Erya bu dünyanın hassas ruhlara hasret olduğunu fark etti. Burada ses, yalnızca bir araçtı; oysa onun dünyasında her titreşim bir yaşam formuydu.

Zamanla Erya, doğanın rehberliğinde bu dünyayı anlamaya başladı. Rüzgarın sesinden bir fırtınayı, toprağın titreşiminden yaklaşan bir depremin haberini alabiliyordu. Ancak bu dünyanın en büyük sessizliği insanların ruhlarındaydı. Herkes konuşuyor, ama kimse gerçekten dinlemiyordu.

Erya, insanlara dinlemeyi öğretmek için doğanın gücünü kullanmaya karar verdi. Küçük kasabalarda dolaşarak çocukları etrafına topladı ve onları doğaya götürdü. Bir ormanda, bir dere kenarında ya da açık bir ovada sessizce durup dinlemelerini istedi. "Şimdi sessiz olun," dedi Erya, "ve rüzgarın ağaçlarla konuşmasını işitin. Ne anlatıyorlar? Yapraktaki hışırtılar bir sır mı fısıldıyor, yoksa size bir hikaye mi anlatıyor?"

Çocuklar önce bir anlam çıkaramadılar, ama Erya’nın rehberliğinde doğanın diline kulak verdiler. Rüzgarın şarkısını, kuşların uzak diyarlardan taşıdığı melodileri, suyun kayalara fısıldadığı sözleri hissetmeye başladılar. Çocuklardan biri, "Rüzgar beni kucaklıyor gibi," dedi. Erya gülümsedi. "Dinlemek işte budur," diye yanıtladı. "Sadece duymak değil, hissetmek."

Bu anlar, köprülerin ilk taşlarını oluşturuyordu. Çocukların hissettikleri duygular, köylerine geri döndüklerinde büyüklere anlattıkları hikayelere dönüştü. Erya’nın fısıltıları, rüzgarla taşınarak insanlara ulaşıyordu.

Bir gün büyük bir şehrin ortasına gitti. Şehir, onun için bir savaş alanı gibiydi; arabaların korna sesleri, kalabalığın bağırışları birbirine karışıyordu. Ancak bu karmaşanın içinde bir melodi duydu: bir köşede keman çalan yaşlı bir adam. Melodi, insanlığın kaybettiği bir şeyi hatırlatır gibiydi.

Erya, adamın yanına oturdu, melodiyi dinledi ve fısıltılarını onun müziğine karıştırdı. Şehir, birkaç saniyeliğine dinginleşti. İnsanlar durup bu titreşimleri dinlediler. Yaşlı adam gözlerini Erya’ya çevirdi ve "Ne yaptın?" diye sordu. "Sadece dinledim," dedi Erya. "Ve dinlemenin ne kadar güzel olduğunu gösterdim."

Erya, her fırsatta insanları seslerin diline yaklaştırdı. Çocuklarla yaptığı doğa yürüyüşleri, şehirdeki küçük konserler, deniz kenarında yankılanan fısıltılar… Her biri, insanlar arasında görünmez bir bağ kuran köprülerdi. İnsanlar onun öğrettiği şekilde sessizleşip dinledikçe, birbirlerinin seslerine daha çok dikkat etmeye başladılar.

Erya, bir rüzgar gibi dünyayı dolaştı. Ormanlarda kuşların melodilerini, denizlerde dalgaların yankılarını, şehirlerde kaybolmuş notaları topladı. Her sesi bir diğerine bağlayan görünmez köprüler inşa etti. Çünkü Erya’nın seslerle ördüğü köprüler, sadece sesleri değil, insanların ruhlarını birbirine bağlıyordu.

Sonunda Erya, kendi melodisini bu dünyaya kattı ve şunu anladı: Seslerin ötesinde, her şey dinlemeyle başlardı. İnsanların unuttuğu bu eski dili, Erya tekrar hatırlatıyordu. Ve her yankıyla, dünya biraz daha huzurlu bir yer haline geliyordu.