Ona bakınca ağzını burnunu kırasım geliyor. Burnu o kadar düzgün ki kırınca yamulur. Yamulunca o yakışıklı suratı bozulur. Bozulunca… Amaan kıramıyorum işte. Efendilere dayak atmanın, zarar vermenin cezası ölüm. Hem de bir kuyuya elleri bağlı sallandırıp aç bırakarak. Hadi kaçabilsem kaçamam da. Anında enselerler. Buna değer mi? Efendime, tüm efendilere inat yaşamalıyım. Bunu seçtim mecbur.
Babam da babasının kölesiydi. Efendimden iyi olmasın, o da pek iyi adamdı. İyi bilirdik. Ailemize hanesini açtı. Kardeşlerime de bana da çocuklara nasıl davranılması lazımsa öyle davrandı. Babamı hizmetinde koştururken bile ona eza cefa vermedi. Mekânı cennet olsun. Babam bir gün bana: “İshak oğlum, bak ben göçüp gidince bu ocağı da efendilerimizi de terk etme sakın. Bu kapı bize cennetin kapısı olmasa da dünya cehenneminden ırak eden bir kapıdır. Böyle yüce kalpli efendi nerede hem?” diye sıkı sıkı tembih etmişti. Aslında ben de farkındaydım efendilerin iyi kalpli olduğundan. Efendinin benimle yaşıt oğlu ki şimdiki efendim olur, benimle oyuncaklarını paylaşır; hizmetçinin yani annemin onun için getirdiği lezzetli tatlıları bana da uzatırdı. Diyorum ya ben de farkındaydım. Ama içten içe bir öfke kabarıyordu nedense. Nedense de değil. Biliyordum bu öfkemin taa o zamanlardan sebebini. İyilikleri bizi onlara daha çok bağlıyordu. Bense bağlanmak istemiyordum. Ben, rahat da etmek istemiyordum. Bir gün babam, bir bayram öncesi ellerinde bayramlıklarla geldi ağzı kulaklarında. Kardeşlerim sevinçten hoplayıp zıpladılar. Annemin gözleri ışıldadı. Bize giydirmek için ayaklandı. Ben de heyecanla koştum tabii. Ama babam: “Efendiden hediye.” deyince olduğum yerde dondum kaldım. Annem giydirmeye çalıştıysa da giymedim. Zorla giydirdiler sinirlenip. Tuttum yakamdan cart diye yırttım kıyafeti. Babam suratıma okkalı bir tokat fırlattı o zaman.
Derken babam da annem de vefat etti. Babamın efendisi de. Biz büyüdük. Kardeşlerim, efendinin oğlu. Kaldık gitti burada işte. Efendim de çok merhametli. Tıpkı babasının babama davrandığı gibi davranıyor bize. Onun bu her iyi davranışında deliye dönüyorum. Kanmak istemiyorum. Kendimi borçlu hissetmek istemiyorum ama öyle iyi bir efendi ki beni ezdikçe eziyor. Beni daha da köle ediyor kendisine. Hâlbuki şöyle günde üç posta dayak atsa. Beni rencide etse olur olmaz şeyler yüzünden. Tutsa yırtsa kıyafetlerimi çarşının ortasında. Yatırsa yere, kırbacıyla millete seyir imkânı tanısa. Yok. “İshak, hadi atımı hazırlayıver. İshak, kahvemi getirsinler söyleyiver de. İshak, bugün Amasya sancağı tarafına gideceğiz, heybeyi akşamdan hazır et, sen de dinlen. Yol uzun.” Böyle efendi mi olur?
Bir gün kardeşlerime açtım bu mevzuyu. Sessizce dinlediler. Sonra aynı anda ayaklanıp gittiler. Biri çıkmadan arkasına dönüp: “Delirmişsin sen.” dedi. “Efendinin iyiliğinden şikâyet eden kölenin sonu son olmaz. Bizi de zehirleme saçma fikirlerinle.” Sonra kapıyı güm diye çarptı gitti. Birkaç saniye şüphelendim tabii onlar böyle davranınca. Cidden delirmiş miydim acaba? Hayır, deliren ben değildim. Ünvanlarının farkında olmayan kardeşlerimdi. Zaten zül altında değil miydik köle olarak? O kadar iyiyse bizi neden hür etmiyordu? Bu aklıma gelince koştum peşlerinden: “Madem efendinin iyiliğinden memnunsunuz. Madem bu kadar iyi. Niye hür etmiyor bizi? Hadi bakalım, öyle böyle doyurursunuz karnınızı. Gidin azatsınız, niye demiyor?” En küçüğümüz attı bu sefer kendini öne: “Dışarısı çok mu özgür kılacak bizi ağabey? Burnumuzu uzatsak alnımızdaki damgadan sebep başka efendinin eline düşeriz. O da tam senin istediğin gibi olur belki. Günde bilmem kaç posta dayak, sefalet… Desek bizi hür eder. Ama ben başımı başka çatı altında istemiyorum ağabey. Çok istiyorsan sen git. Bizi karıştırma.” deyiverdi. Diğerleri de homurdanıp başlarıyla onayladılar. “Püh sizin suratınıza be.” dedim. “Ağabeylik hakkım haram olsun.” dedim. Dedim de dedim. Saydıkça saydım. Gıklarını çıkarmadılar. Sonra çıktım gittim yanlarından.
Babamın hatırını saydığımdan ve tembihinden sebep kötü davranamıyorum da ona. Ama bir gün babamın maziden gelen sesine kulağımı kapadım, o uyurken elimde hançerim başında buldum kendimi. Kalbine sapladığımı hayal ettim. Rahatladım tabii. Ama gözümün önüne babam geldi oturdu. Suratı beton gibi. O zaman usulca çıktım odadan. Efendim, bilmem kaçıncı uykusundaydı.
Bizzat öldüremiyorum, bari kaza geçirmesine sebep olayım istedim bir başka seferde de. Civar kasabalarından birinin pazarına giderken çuvala yılan buldum koydum. O önden ben arkasından yola revan olduk. Etrafı izleye izleye gidiyordu. Çuvaldan yılanı çıkardım, atıverdim atının önüne. At ürktü, şaha kalktı. Efendim sakinleştirmeye çalıştı, bana seslendi. Yavaştan aldım. İstesem ossaat durdururdum hayvanı ama yapamadım. Aman efendim ah efendim diye diye oyaladım. Derken yılan kaçtı gitti. At sakinleşti. Efendim, atın yelesine nasıl sıkı sarıldıysa bir türlü düşmedi. Dilimi ısırdım hıncımdan. Kazayı da beceremedim. İçimden bir ses: Allah korudu onu senin şerrinden. Asıl yılan sensin, dedi. Susturdum sesi. Tuttum, taa içimin dehlizlerinden birine attım. Üstünü sürgüledim.
Ölüyordum İshak, dedi. “Ölüyordunuz efendim ama ölemediniz efendim. Gözünüz kör olsun ölmeyi de beceremediniz efendim beceriksizsiniz efendim neden ölemediniz efendim?” dedim içimden. “Allah korudu efendim.” dedim dışımdan. Dışım parçalansın. İçten dışa çıkmayı beceremeyen sesim kısılsın. Korudu, dedi. Hepimizi korusun İshak, diye ekledi. Bakakaldım.
Bu böyle olmaz oğlum İshak. Çık karşısına, bana kötü davran. Bana diğer efendiler gibi davran. Boynumdaki kemendi daha da sıkma de İshak. De İshak. Kurtul İshak. Sizi gebertmek istiyorum efendim çünkü tabiatınız pek iyi efendim, diye haykır İshak.
Haykırdım bir gün. Atını hazırlamamı istediği bir gün. Atın da gebersin sen de geber, diye bağırdım. Bakakaldı suratıma. “Neden İshak?” diye sordu. O böyle sakince sorunca daha da çıldırdım. Üstüne saldırdım. Yakasından tuttum. Salladım iyice. “Niyetini bilirim.” dedim. “İyice bağlamak, iyice mahcup etmek istediğinden böylesin.” dedim. Suratına bile tükürdüm. Kılını kıpırdatmadı. Kardeşlerim koşarak geldiler, uzaklaştırmaya çalıştılar. Savurdum hepsini bir yana. Başkaları başkaları başkaları da biriktiler. Hain İshak, yediği tasa pisleyen İshak, nankör İshak, şuna bak şuna babası görseydi şunun hâllerini ne derdi, efendim emir verin budayalım bunu ağaç gibi. Efendim, öylece durdu karşımda. O böyle kıpırtısız durunca hançerimi çıkardım gizlediğim kol içimden. Yürüdüm üstüne. Ben üstüne gittikçe milim kıpırdamadı yerinden. Dur İshak, dedi sadece. Durmadım. Yürümeye devam ettim. Etraftan saldırmaya kalkanlar oldu. Uzaklaştırdım hançeri savurup.
Efendimle aramızda bir adımlık mesafe kaldı. Dur İshak, dedi. Tam kaldırmış saplayacaktım ki hançeri yüzüme öyle bir tokat yedim ki beynim yerinden fırladı. Yere yapıştım. Gözümü açtığımda efendim başımdaydı. Eli de gergin duruyordu, daha havadaydı. “Beni Kabil ettiğine değdi mi İshak?” dedi. Değdi, dedim içimden. Sesimi çıkarmadım. Dışımdan.