Azrail'in Baltası

Pınar Civelek

Gecenin üstü yorgan misali karanlıkla örtüldü. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur karanlıkla buluştu. İnin cine top attığı ıssız orman yolunda homurdanan yağmura eşlik eden tek ses arabanın çıkardığı tekerlek sesleriydi. Siyah arabanın farları kapalıydı. Onu ele veren tekerlek seslerine rağmen gözükmezse fark edilmeyeceğini zannediyordu.

Aceleciydi ama bir o kadar da soğukkanlıydı. Endişe etmiyordu. Daha önce nasıl yaptıysa şimdi de öyle yapacaktı. Orman yolunda hız kesmeden arabasını patikaya kadar sürdü. Arabadan inip bagajı açtı. Siyah poşeti çıkardı. Bir eliyle siyah poşeti sırtına attı, diğer eliyle de bagajı kapattı. Uçuruma varıncaya kadar çamurlu yolda epey yürüdü. Nefes nefese uçurumun kenarına vardığında elindeki poşetle beraber kendini yere bıraktı. Islanması yetmezmiş gibi her bir tarafı çamura bulandı. Kısa molasının ardından ayağa kalkıp poşeti tutarak içindekileri uçuruma savurdu. Ardından poşeti katlayıp geldiği yolu geri döndü. Arabasına vardığında yağmur şiddetini azaltmıştı. Kıyafetlerinin kirlenmesini engelleyememişti. Poşeti ön koltuğa serip oturdu. Arabasını iyi bir manevrayla döndürüp yola girdi.

Gecenin deminde, ıssız ormanın en derinindeydi. Bu yolun boş olduğunu biliyordu. Özellikle bu saatte kimsenin gelmeyeceğini de biliyordu. Tekti. Aslında o öyle zannediyordu. Zira daha ana yola bile çıkmamışken, beş dakika sonra sol tarafında gördüğü silüet ona yalnız olmadığını haykırıyordu. O ân korku içine yuva yaptı. Hayatı boyunca işlediği hiçbir günahta böyle korkmamıştı. Silüetin, uçurumda yaptıklarnı görmediğini biliyordu. Ancak onu görme ihtimali bile eritip yok edecek cinstendi. Karanlıktan dolayı silüetin yüzünü görememişti fakat boyunun uzunluğundan ve heybetinden onun erkek olduğunu düşündü. Ona doğru uzattığı eliyle otostop çektiğini görmüştü. Bu kuş uçmaz kervan göçmez ıssız ormanda şaşırılacak bir durumdu. Diğer elinde de bir şey tuttuğunu görmüştü ama ne olduğunu anlayamamıştı.

Arabasıyla gizemli adamın yanından geçip gittiğinde aklını orada bırakmış korku ise yüreğinden damarlarına pompalanmıştı. Ya onu gördüyse? Ya ifşa olursa? Ya yakalanırsa? Yapamazdı. O dört duvar arasında nefes alamazdı. Çok az kalmıştı. Kudretini katlamaya çok yaklaşmıştı.

Ana yola çıktığında hızının farkında değildi. Kameralardan kaçmak için farklı yollara saptı. Bir saatin sonunda spor arabasını bıraktığı hurdalığa girdi. Arazi arabasından inip oturduğu koltuğu iyice temizledi. Spor arabasından temiz kıyafetleri alıp hurdalıkta uygun bir yerde üstünü değiştirdi. Hurdalıkta bulduğu teneke kutunun içine kirli kıyafetlerini atıp zipposunu ateşledi. Kıyafetleri kül olana kadar bekledi. Spor arabasına binip evine doğru yol aldı.

Tekrar yola çıktığında şafak sökmüştü. Ufkun altından seyrek seyrek çıkan güneş ışınları yeni günün umuduydu. Evin yolundayken kaldırımda duran adamı gördüğünde kalbi tekledi. Ormanlık yolda gördüğü adamın boylarında ve onun kadar heybetli gözüküyordu. Bir eliyle otostop çekiyor diğer eliyle de baltasını tutuyordu. Yanından arabayla geçtiğinde onunla göz göze geldi. Kısa bir an onun için bir asra bedeldi. Birkaç saat önce yaşadıklarını, gördüğü adamı, korkusunu, endişesini tekrar hatırladı. İçi içini kemire kemire evine vardı. Bedenine çöreklenen yorgunlukla kendini yatağına bıraktı.

Gözünü kapattığında kâbuslarla uyandı. Geceyi üstünden atamadı ancak toparlanıp hiçbir şey olmamış gibi işine gitmeliydi. Takım elbisesini giyip şirketine gitti. Ülkenin parmakla gösterdiği iş adamlarından biriydi. Ülke milli takımın sponsorluğunu şirketinin üstlenmesi için federasyonla görüşme yapacaktı. Eğer anlaşma yapılırsa şirketin uluslararası arenada da ismi duyulacaktı. Yapılmaması için hiçbir sebep yoktu zira dün sebepleri ortadan kaldırmıştı.

Anlaşma yapıldı. Şirket sponsorluğu üstlendi. Bu büyük başarı şirketin hisselerini şimdiden arttırmıştı. Göğsünü gere gere çalışanlarına akşam kutlama yemeği yapılacağını ve her birine komisyon vereceğini duyurdu. Çalışanları onu başarılarından dolayı örnek alınacak biri olarak görüyordu. Her anlaşmadan sonra komisyon vermesi de onu çalışanların gözünde arşa çıkarıyordu.

Kutlama yemeğinden sonra eve dönerken trafiğe takılmıştı. Yarım saatte bir metre ancak ilerleyebiliyordu. Kafasını sağa çevirdiğinde sabah eve dönerken gördüğü, ıssız ormandaki silüete benzettiği adamı gördü. Aynı şekildeydi. Yine otostop çekiyordu. Diğer elindeyse balta vardı. Bu sefer yanından kaçıp uzaklaşamadı. Göz göze geldiler. Adam elini indirip arabaya doğru yürüdü. Adamın ona yaklaştığını görünce korkusuna engel olamadı. Her yerden çıkıyordu. Zihninin ona oyun oynadığını düşünmüştü. Ama o düşünürken adam çoktan arabanın ön koltuğuna binmişti.

- Yol açıldı. Sür hadi!

- Sen kimsin! İn arabamdan çabuk!

Adam sessiz bir gülüşle cevap verdi:

- Adalet Bekçisi derler ama ben daha çok Azrail'in Baltası derim.

- Ne saçmalıyorsun bilmiyorum ama derhâl arabamdan aşağıya iniyorsun, derhâl!

- Korna sesleri geliyor ilerle artık. Yoksa inip dövecekler seni.

Arabayı ilerletip müsait bir yerde durdu.

- İn şimdi.

- Yok inmeyeceğim ve sen beni istediğim yere bırakacaksın.

İyice sinirlenmişti.

- Başka emrin var mı?

- Yok sağ ol.

- Bilader sen kafadan kontak mısın? Arabamdan in yoksa polis çağıracağım!

- Çağır, çağır da seni paketleyip hapishaneye tıksınlar.

Bu adam bir şeyleri biliyordu. Bu adam onu tehdit ediyordu. Yutkunamadı. Bir müddet konuşacak sesini bulamadı.

- Ne biliyorsun?

- Her şeyini. Nasıl iyi adam rolleri kestiğini ama aslında öyle olmadığını fuhuş çetelerinin olduğunu, sahte belgeler çıkartıp gerçeklerini yaktığını, beş kişiyi sebepsiz yere öldürdüğünü ve seninle rekâbet hâlindeki meslektaşını öldürüp yaktığını, küllerini de dün uçurumdan savurduğunu bilecek kadar her şeyini biliyorum.

Yolun sonu bu kez ona görünmüştü. Yüzü donuk bir şekilde karşısındaki adama bakıyordu. Eli, ayağı titriyordu. Sesi zar zor çıkıyordu.

- Kimsin sen?

- Bu soruyu daha önce cevaplamıştım ama yeni bir özellik ekleyecek olsam o da şu olurdu: Cumhuriyet Savcısı Yağız Erginç.

Şimdi esas korkuyla başbaşaydı. Korktuğu o cehenneme girecekti. Dört duvara sıkışıp kalacaktı.

- Şimdi in arabadan, arabayı ben kullanacağım sen de yanımda oturacaksın.

Bir şey demedi. Başını sallamadı. İtaat etti, arabadan indi. Yer değiştirdiklerinde Savcı arabayı yolunu çok iyi bildiği ıssız ormana doğru sürdü. Onu karakola götüreceğini zannediyordu.

- Nereye götürüyorsun beni?

- Dünyada cehennemi görmek istemez misin? Tam oraya aitsin. Sadece sus ve bekle.

Başkaları ona itaat ederdi. O itaat etmezdi. Ancak durum değişmişti. Sustu. Ölüden farksız bedeni hiçbir reaksiyon gösteremiyordu.

Savcı ıssız orman yolunda arabayı sağa çekip durdu. Bir elinde baltayı tutup diğer eliyle de onu sürükledi. Baltayı onu öldürmek için getirdiğini düşündü. Hangisi daha kolaydı? Ölmek mi, cezaevinde çürüyüp gitmek mi? Ölüp kurtulmak daha mantıklı geldi ona. Savcı onu daha önce hiç görmediği kulübeye soktu. Yere doğru acımasızca fırlattı. Ellerini ve ayaklarını kelepçeledi. Dışarıdan aldığı koca kütükleri kulübenin içine taşıdı.

- Ne yapacaksın onları?

- Cehennem ateşine odun hazırlayacağım. Tıpkı maktullerine yaptığın gibi yok olup gideceksin.

Yanlış duyduğunu zannetti. Nasıl engel olacağını bilemedi.

- Hayır! Hayır! Bak ben özür diliyorum, tamam mı! Çok özür diliyorum! Yüce adalet önünde özrümü dileyeceğim! Hataydı.

- Kes zırvalamayı. Şimdi mi geldi aklına adalet!

Cebinden çıkardığı bez ile ağzını bağladı.

- Şimdi sen susacaksın ve adaletin tecelli etmesini bekleyeceksin. Öldürürken düşünmediğin insanları ölürken düşünmeyeceksin. Kaç ailenin hayatını kararttın. Bunların bedeli er geç ödenecekti ve işte tam zamanı!

Elleri kolları bağlı çırpınırken Savcı kütükleri yardı. Odunları hazırladı. Ateşi yaktı. Bu ateş adaletin ateşiydi. Masum canların dünyadaki intikamıydı.

Savcı kulübeyi kül olana kadar izledi.

***

Sonraki gün kanallardaki haber başlığı şuydu: “Ünlü iş adamı Can Zenginoğlu aylardır aranan suç kralanın ta kendisiymiş!”