Anadan Doğma Babadan Olma Mehmet

Rabia Bayazit

İnsan olmaya ve insan kalmaya tahammülü kalmamıştı. Her sabah onu uyandıran tiksinti ile uyanmıştı yine. Midesi adeta vahşi bir hayvan gibi pençeleriyle içini oyuyordu. Omurgasındaki her kemik ayrı ayrı çarmıha geriliyordu sanki. Boğazındaki düğümler boncuk boncuk terler bırakırken alnında, kalbine taşınan kan sadece acılardan geçiyordu. Her zerresi sinyal üstüne sinyal gönderiyordu ve artık yataktan çıkması gerektiğini biliyordu. Kronik mutsuzluğu ruhunu paramparça etmişti ama altmış kiloluk bedeniyle dünyaya meydan okuması gerekiyordu.

Bizim Mehmet’ti bu. Dalyan gibi delikanlıydı, çocukken mahallenin uçarı çocuğuydu. Ne olduysa hep babası yüzünden oldu. Bindirdi geçim derdini Mehmet’in sırtına, vurdu alnının tam ortasına : “De hayde!” Büyük adam olacaktı, çok para kazanıp babasının bükük boynunu arşı alaya çıkaracaktı. Babası oğlunun emeğiyle caka satıp nihayet altmış yaşında toplumda adam sayılacaktı. Ömrünün sonbaharına yaklaşan her babanın kârıydı bu.

Mehmet yatağından zor bela çıkmışken kendini bir an önce evden dışarı atmak istiyordu. Bedeni çok kuvvetli bir mıknatısa karşı koyuyor gibiydi. Nihayet morgu aratmayan evinden çıkmıştı. Kapıyı gürültülü bir şekilde kilitlerken sabahın sessizliğini dövüyor gibiydi.

- Günaydın Mehmet oğlum.

- Günaydın İsmet amca.

İsmet amca Mehmet’in üst kattaki komşusuydu. Hanımıyla birlikte Mehmet’in üzerine titrerlerdi.

- Oğlum yengen aşure yapacak yarın. Evde olursun değil mi, sana da getirelim.

- Aşure?

- Nuh, Musa, Yusuf, Hüseyin? Tatlı?

- Pardon İsmet amca ya, tamam evdeyim ben sağ olun.

İsmet amca yüzüne yayılan kocaman gülümsemesiyle içindeki endişeyi dağıtmaya çalışıyordu. Ara ara zoraki ev davetlerinde Mehmet’in kalbini yoklamış, oradan Mehmet’in kendisine sirayet eden gölgeleri anlamlandırmaya çalışmıştı. Uzun bir süre boyunca Mehmet’in kalbine ulaşamamıştı ama son aylarda Mehmet’le güzel bir bağ kurmayı başarmıştı. Halis niyetlerin güzel bağları olurdu ne de olsa, olmuştu.

Mehmet, İsmet amcaya yol vermiş ve onun ardı sıra merdivenlerden inmeye başlamıştı. Her adımında onu yere doğru çeken kuvvete karşı koyarken tedirginliğini tırabzanları sıkı sıkı tutarak dağıtmaya çalışmıştı. Bir ara düşecek gibi olunca İsmet amcaya tutunmuştu. İşte tam o anda olduğu yere diz çöküp ağlamak istemişti. Çok olağan bir durumdu aslında ama böyle anlarda yetimliğini iliklerine kadar hissediyordu. Dolan gözlerini kaçırarak İsmet amcanın önüne geçti.

- İsmet amca ben kaçayım, geç kaldım.

Hızlıca indi merdivenlerden. Sabahki zerre orkestrası yine sahnedeydi. Apartmandan dışarı çıkar çıkmaz yüzüne vuracak soğuk havayla kendine gelmeyi umuyordu. Yetim olduğunu kabullenmek çok uzun zamanını almıştı.

Yaz aylarının serin başlangıçlarından bir gündü. Mutfakta gayet huzurlu bir şekilde yemek yaparken bir yandan da bir radyo programına kulak veriyordu. Programda çocuklarla ilgili konuşan iki kişi vardı, sonra nasıl olduysa mahrumiyet üzerinden bir konu açılmıştı. Program sunucusu alanının uzmanı olan kadına soruyordu: “Ne demek sosyal yetimlik?” Mehmet pirinci yıkıyordu.

“Sosyal yetimlik annesi ve babasından en az biri hayatta olan ancak annelik ve babalık vazifelerinin yapılmadığı bir yetimlik hâlidir.”

Mehmet donakaldı. Huzuru toz duman oldu. Çocukluğundan bu yaşına kadar içinde kanayıp duran yara nihayet zihnine mıhlanmıştı. İliklerine işlenen şey tek başına bırakılmaktı. Yalnız değil, yapayalnızdı. Ben yetimmişim diyerek ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, ağladı… O günden sonra Mehmet her gün o günü yaşıyordu.

Apartmanın önündeydi. Kulağına kulaklığını takarak bir şeyler dinlemek istiyordu. Soğuk hava umduğunu vermişti ona. Derin bir nefes alıp varlığını hissetmeye çalıştı ve yürümeye başladı. Telefondan saati kontrol ettikten sonra o günden bu güne sadece geceleri kulak verdiği o şiiri dinlemeye başladı. Yıllarca yetimliğini bilmeden gözyaşlarına boğulduğu o dizeleri duyunca nefeslerini iyice derinleştirdi ve adımlarını sıklaştırdı:

Yetimliğini hissediyorsun baba kabristanında

Sonra yolda, Ebva'da öksüzlük karşılıyor seni

Mehmet sağdan soldan duyduğu bir imanla büyümüştü. Çocukken her gece sessizce neye ağladığını bilmeden ağlıyordu. Komşu kadınların efendimiz dedikten sonra ellerini kalplerine götürmelerini taklit ediyordu, babasının sabah akşam küfrettiği akrabasından namazı görmüştü. Mehmet her şeyi sadece Allah’tan isteyeceğini çok küçük yaşlarda öğrenmişti çünkü anne babası vardı ama yoktu. Ne ona şefkatle sarılan kollar ne de onun başını okşayan heybetli ama merhametli bakışlar vardı. Mehmet bizim Mehmet’ti işte.

Yıllarca suskunluğu ile övülmüştü. Uysallığıydı sebebi sevgi dolu bakışların. Öğretmenlerini kızdırmamak için hep çok çalışkan olmuştu. Bir baltaya sap olmuş ama o baltayla durmadan ruhuna saldırmıştı.

Otuz beş yaşındasın

Hadi gel bekletme yar

Otuz beş yaşına kadar bekletmişti hayatını. Babasından babalık görmek için doğmamış çocuklarını yetim bırakmıştı. Bir çift güzel göze bakıp da yuvasına ekmek taşıyamamıştı. Bu saatten sonra da olmazdı zaten. Ne sosyalliği kalmıştı ne de kabul edilebilirliği.

Niye incittiler ki seni sultanım

Niye işkence yaptılar ki sana

Mehmet dayanamadı ve kulaklığını bir hışımla çıkardı kulağından. Söylene söylene yürümeye devam etti. Erkekler ağlamaz, öfkelenirdi.

-Mehmet! Mehmet!

İsmet amca koşa koşa Mehmet’e doğru geliyordu. Mehmet şaşkınlığını gizleyemeden:

- İsmet amca bir şey mi oldu?

- Oğlum sabahtandır sana sesleniyorum. Sabah sporu yaptım sayende.

İsmet amca yaşının üstünde bir performans sergilediği için hafif gururlu bakışlarla konuşmaya devam etti:

- Oğlum vaktin varsa şuradaki bankta biraz oturalım.

Mehmet, korku ve endişe arasında bir yerdeydi. Normal insanlarda uyanan merak duygusu onda yüz bulmuyordu artık. İkisi de birbirlerine dönük oturmuş ve yavaş yavaş şehre dolan gürültünün fon müziği olmasına izin veriyorlardı. Sessizliği bozan İsmet amca oldu:

- Oğlum kaç yıldır komşuluk yapıyoruz seninle. Yengen de ben de senin karakterine hayranız. Biliyorsun, biz yıllar önce evladımızı kaybettik. Allah emanetini bizden alıverdi. Ama Allah hepimizin sahibi, bizi sana seni de bize emanet etti. Yıllardır her işimize koşuyorsun. Allah razı olsun. Biz de yengenle düşündük, taşındık ve senin de rızan olursa sana münasip birini bulmaya karar verdik.

Mehmet, öfkelendi. İsmet amcanın kalbini kırmamak için ayağa kalktı. İsmet amca da kalktı haliyle.

- Oğlum incittim mi seni yoksa?

- Yok İsmet amca da ben en iyisi işe geç kalmadan gideyim.

- Oğlum yanlış anlama bizi ama bu tarz işler büyükler olmadan pek yoluna girmiyor. E anan baban çok uzaktalar ama biz burdayız. Hem çok şükür bir mesleğin var, iyi de kazanıyorsun.

- Doğru, bir baltaya sap oldum sonunda.

- Onu diyorum işte, baltan var, kendini ve sevdiklerini gözetebilirsin. Bin artık şu hayat otobüsüne. Yol kenarında daha ne kadar yalınayak dolaşacaksın ki?

- İsmet amca, iyi niyetini biliyorum ama ben düşünmüyorum öyle şeyler.

- Öyle şeyler dediğin hayat oğlum. Şu yaşımda bile her gün yengenin varlığı için Allah'a şükrediyorum, sen biliyor musun?

Mehmet’in içinde dolaşan dizelerden biri büyüdü, büyüdü, büyüdü ve nihayet kalbini doldurdu:

Duyduk, itaat ettik.

İsmet amca Mehmet’in sırtına, kalbindekileri pekiştirircesine bir iki defa vurdu. Mehmet gülümsedi ve utandı.

- Peki İsmet amca, bi’ düşüneceğim.

İsmet amca paltosunun yakasını düzelterek:

- Haydi selametle!