Annemler gittikten yaklaşık iki yıl sonra, belki de onlar benden ümidi kesmek üzereyken ben de kapıya gelmiştim. Kapıya gelmek için psikolojik olarak hazır olmayı bekliyordum bir süredir. Sevdiğim günahlarım vardı, nefsime yenik düşmüştüm hayatımın çoğu döneminde. İki gün önce rüyamda ak sakallı bir dede “Geç değil.” dedi bana. İnsan bu iki kelimeyi bir çok şeye yorabilir. Ama ben biliyordum neye geç olmadığını. Yaklaşık bir aydır kapıya gitme fikri geçiyordu aklımdan. Annem, babam, kardeşim, halam, kuzenlerim… Hepsi gittiler. Annem çok ısrar etti ama ikna edemedi beni. Babam en son kulağına bir şeyler fısıldadı ve gittiler. Ne söylediğini hep merak ettim. Bana söylemediler. Haftada bir telefon ediyorlar. Geçen ay annemin sesi titriyordu. Beni özlediğini anladım. Ama yine de çok mutluydu. Bana sürekli orayı övüyordu. Huzuru anlatıyordu. Hayatım boyunca içimde hissedemediğim bir şey. Bir anlığına heveslendim. Tamam dedim, geleceğim. Mutluluğunu sessizliğinden bile hissediyordum. Ben de sevindim. Neye sevindiğimi tam olarak bilmiyordum ama içimde uyuyan bir duyguyu uyandırmış gibiydim. Özlem değildi, mutluluk ya da üzüntü gibi bir şey de değildi. Çok daha başka. Sanki annemin karnında oluşmaya başladığım andan itibaren benimle olan, büyüdükçe derinlere gömdüğüm ama şimdi oraya gitmeyi düşündükçe yavaş yavaş yüzeye çıkan bir his. Dizlerimin üzerine çöktüm. Ağladım. Sevinçten değil, üzüntüden değil. Kaybolan bu hissin bunca zaman sonra yeniden bende uyanışının verdiği bir yoğunluktan. Onun ne olduğunu henüz bilmiyordum.
Kısa bir süre sonra rutin hayatıma dönmüştüm. His yeniden zayıflamıştı ama bu kez tamamen gitmemişti benden. Kısa, anlam veremediğim rüyalarda kendimi gösteriyordu. Mesela ak sakallı dede rüyasında. İyi dedim içimden, ak sakallı dedeler sadece piyango numarası vermiyormuş. Beni kapıya getiren gücü vermişti rüyamdaki. Dede değildi aslında o gücü veren, dede sadece aracıydı. Ama ben henüz bilmiyordum.
Kapıda bir adam görevli ile konuşuyordu. Konuşmalarına kulak misafiri oldum.
“Ben kızımla geldim. İçerde ayrılmamız gerekecek mi?”
“Hayır kardeşim, neden böyle bir şey gereksin?”
Adam biraz rahatlamıştı.
“Peki kızımın içeride giymesi zorunlu olan bir kıyafet var mı?”
“Ne isterse giyebilir.”
“Çok saçma. Mini etek de giyse karışmayacak mısınız?”
Görevli gülümsedi. Kendinden emin bir şekilde bakıyordu. Huzurlu bakıyordu. Huzur. Aradığım şey içeride miydi gerçekten?
“Biz kimseye katı kurallar koymuyoruz. Alacağınız eğitimden, geçeceğiniz yollardan sonra kızınızın mini etek giymek isteyeceğini sanmıyorum. Herkes kendine uygun olanı buluyor. Zira hiçbir hanım kardeşim içeride uygunsuz bir kıyafetle dolaşmıyor. Öyle olsaydı dâhi içerideki hiçbir bey kesinlikle bakmazdı.”
Adam şaşırmıştı. Ben de öyle. Evet çok hikaye duymuştuk içerisi ile alakalı. Ben annemden çok dinlemiştim. Ama bu kadar güzel bir yer olmasının imkanı yoktu. İnanmakta zorlanıyordum. Baba-kız kapıda eğitime kayıt olduktan sonra Kudüs’ün yakınındaki eğitim kampına alındılar. Sıra bana gelmişti.
“Ben şeyyy. Kapıdan geçmek istiyorum. Kudüs’e geldim.”
Görevli gülümsedi. Daha doğrusu hep gülümser gibi bir hâli vardı. Huzurlu.
“Hoş geldin kardeşim. İnancın hakkında biraz bilgi alabilir miyim?”
“İslam. Yani öyle olması gerek. Öyle büyütüldüm. Ama yaşamıma yansımadı. İçselleştirmedim sanırım.”
“Anlamadım. Biraz daha bahseder misin?”
“Ailem beni öyle yetiştirmeye çalıştı. Ama ben İslam’ı kötüleyen bir grupla takıldım uzun süre. Beni değiştirdiler. Ya da ben değişmek istedim. Bilmiyorum ne istedim. Hâla bilmiyorum.”
Hayatımı kelimelere dökmekte zorlanıyordum. Görevli de bunu anlamıştı. Bana doğru bir adım attı. Elini omzuma koydu, gözlerini kapattı.
“Bir şeyden kaçmışsın. Bu seni ailenden uzaklaştırmış. Evet yanlış arkadaşlar edinmişsin ama yanlış olduğunun da bilincindeymişsin. Değişmiş gibi görünmüşsün ama ruhun buna müsade etmemiş. Değişmemişsin. Sadece hep kaçmışsın. Ruhuna üflenen maneviyatı uyutmuşsun ama uyanmış. O yüzden buradasın.”
Görevli yeniden yüzünde tebessümle geriye doğru bir adım attı.
“Hoş geldin kardeşim.”
Gülümsedim. İçimde uyanan maneviyatımmış. Artık bildim.
“Hoş buldum.”
“Evet İslam hakkında biraz bilgin var ama filtreli. Sende direnen bir şeyler var. Duymuşsun ama dinlememişsin. Sadece kulaklarınla değil ruhunla da dinlemen gerekirdi. Biz ruhuna tekrardan anlatacağız.”
“Dinim İslam olmasaydı bu kapıdan geçemez miydim?”
“Aldığın eğitimi başarıyla tamamladıktan sonra ben bu kapıda sana dinini sormayacağım. Sen eğitimden sonra senin için en uygun olanı seçmiş olacaksın. Tek şartımız eğitimi başarıyla bitirmen.”
Tamam. Benim için uygundu. Annemin anlattığı gibi hiçbir zorlama yok. Katı kurallar yok.
Beni aldılar yaklaşık üç km uzaklıkta bir yere götürdüler. Oraya adım atmamla içimin ferahladığını hissettim. Yeşilin her tonu olan kocaman bir bahçedeydik. Sadece yeşil değil her renk vardı. İlkbaharda olduğumuzdan kaynaklıdır diye düşündüm. Çok büyük ama çok güzel bir emek vardı ortada. Aldığım nefesin bile değiştiğini hissediyordum. Her aldığım nefeste içimde uyanan o his canlanıyordu. Adının Mustafa olduğunu sonradan öğrendiğim birisi gelip bana yol gösterdi.
“Hoş geldin Selim.”
“Hoş buldum.”
Bir şey vardı gözlerinde. Kapıdaki görevlide de olan bir şey. Huzur? Belki.
“Senin burada bulunduğun süre boyunca senin danışmanın olacağım. Eşikten geçeceğin günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım. Aklına takılan her ne olursa bana sor. Sor ki öğrenelim.”
“Öğrenelim?”
“Sen sadece soruyu soranın mı öğrendiğini sanıyordun yoksa?”
Burası herkesin öğrendiği bir yerdi. Bu eğitime kendi aralarında eşik diyorlardı. Danışmanlar Kudüs’e istedikleri zaman girip çıkabiliyordu. Onlar eğitimi başarıyla tamamlamışlar, gönüllü olarak burada eğitim vermeyi seçmişlerdi. Kudüs’ten ayrı kalmanın çok zor olduğunu söylerlerdi. Orayı gören hiç gitmek istemezmiş. Çatısının altında huzur bulurmuş. Tam olarak böyle dedi. Huzur dedi. Sonra saatine baktı.
“Öğle vakti girmek üzere. Bizimle namaz kılmak ister misin?”
“Zorunlu mu?”
“Değil.”
“İstemiyorum o zaman.”
Sadece gülümsedi. Azarlamadı, yargılamadı. Tek bir şey söyledi.
“Senin için dua edeceğim.”
Her gün tefsir dersleri alıyorduk. Bazen bir gün boyunca sadece bir ayet üzerine konuşurduk. Çok keyifli geçiyordu. Sadece ayeti okuyup geçmiyor, ne anlatmak istediğini, bizden ne beklendiğini, bizim bizden bekleneni neden yapmamız gerektiğini, bizden bekleneni yapmazsak ne olabileceğini konuşuyorduk. Olumsuzlukları çok konuşmazdık. Hep olumlu, iyi, güzel konuları konuşuyorduk. Seçimlerimizin hayır olması için dua ediyorduk. Namaza da başlamıştım. Kimse beni zorlamamıştı. Namazla ilgili bir ayetin tefsirinde ağlamıştım. İçimdeki o his kalbime ulaşmıştı. Gidip namaza durmuştum. Namaz bittiğinde yıllardır aradığım huzurun bir parçası bana gelmişti. Namaz senelerce neden sadece bir rutin gibi aksettirilmişti bizlere?
Sadece tefsir derslerimiz yoktu. Aynı zamanda dışarıda da çokça vakit geçiriyorduk. Bitkilerin bakım işinden de sorumluyduk. Günün belli saatlerinde mutlaka toprakla uğraşırdık. İlk geldiğimde hayran olduğum bahçe bu şekilde gelişmiş. Eskiden elime toprak değse huylanırdım. Şimdi değmediğinde mutsuz oluyordum. Kirli olanın neden toprak olduğunu düşünmüştüm senelerce?
Her birimiz aynı zamanda uzmanlar tarafından terapiye alınıyorduk. Bu beni ilk başta biraz ürkütmüştü. Hâlâ yüzleşmek istemediğim bir ben vardı. Terapistim onun da bana ait olduğunu, onu da kabullenmem gerektiğini söylemişti. Kabullendim. Anlattığım kadar kısa olmadı tabii ama bu başka bir hikayenin konusu. Kendimizi birlikte kabullenelim mi?
Hepimiz bir işte ustalaşmaya çalışıyorduk. Hangi işte ustalaşacağımıza hep beraber karar vermiştik. Önce hepimiz her alanı kısa süreli deniyorduk. Herkes yeteneğine, ilgine bakarak fikrini söylüyordu. Son karar senindi. Ben çiftçilik ile uğraşmaya karar vermiştim. Kendimi en iyi hissettiğim alan bu olmuştu. Eğitim gören arkadaşlarla yaptığımız işlerde birbirimizi destekliyorduk.Yeri geliyor açığımızı kapatıyor yeri geliyor alanlarımızda işimize yarayacak bilgileri paylaşıyorduk. Yıllarca takıldığım arkadaş gruplarında, gittiğim mekanlarda İslam’ın insanları böldüğünden, bizi birbirimize düşürdüğünden bahsettiler. Bizi bölenin İslam değil de inanca, düşünceye saygısızlık olduğunu söylemediler. Neden yalan söylediler?
Doğru bildiğim tüm yanlışları burada öğrendim. Arkadaşlarla, tartışarak. Kendim, düşünerek. Bazen bu eğitim hiç bitmese diyordum. Tabii henüz Kudüs’ü görmemiştim.
Bir gün aynaya baktım. Gözlerime yerleşen bakış, yüzümde oluşan tebessüm aradığım şeydi. Bulmuştum. O sevinçle nereye gitsem bilemedim. Toprağa koştum. Yeni bir çiçek ekmiştim. Tomurcuklandığını gördüm, sevincim katlandı. Mustafa Hocayı gördüm, ona anlatmak istedim. Ama gözlerinde ilk defa puslu bir bakış vardı. Anlatamadım. Bana bu hafta son dersimiz olduğunu söyledi. Bakışlarını sordum. Son dersimiz biraz hüzünlüymüş. Ama bilmemiz gerekmiş.
“Bilelim ki daha çok sahip çıkalım. Hem Kudüs’e hem de insanlığımıza.”
Dersimiz tarihti. Kudüs’ün tarihi. Bir hafta boyunca bu dersi işledik. Yirmibirinci yüzyılda kalbim sıkıştı. Birçoğumuz sonunu getiremedik, hava almaya çıktık. Vicdanımızın kaldırmadığı olaylar yaşanmıştı. Biz anlatılırken mahvolduk, onlar yaşarken. Özür dilemek istedim hepsinden. “Gelip size sarılamadığım için, savaşınızda yeterince yanınızda olamadığım için özür dilerim.”
Sonrası aydınlıktı. Bu aydınlığa ulaşmak kolay olmamıştı. Müslüman ülkeler ve insanlığını kaybetmemiş bazı ülkeler sosyal medya paylaşımları yerine daha gerçek, daha işe yarar bir şey yapmaya karar vermişlerdi. Savaştan sonra bir Cuma günü Müslümanlar galip geldiğinde, belki de uzun süre sonra ilk defa adını dâhi anmak istemediğimiz o lanet kavim olmadan gönül rahatlığıyla namazlarını kılmışlardı. Oh dedim içimden karanlık bitti.
Şehri toparlamak kolay olmamıştı. Çok fazla kayıp vardı. Binaların bir çoğu hasarlı. Dünyanın dört bir yanına dağılan Müslümanlar yeniden kenetlenmeye karar vermiş, hep birlikte toparlamışlardı şehri ve insanları. Yeni kurulan şehirde seçilen lider şimdi bir çok insanın kapısında beklediği bu şehir için ciddi kararlar almıştı. Artık İslam yönetiminde olan Kudüs’te insanlar da İslam’a uygun olarak yaşayacaktı. Gerçek İslam’a, hak din olan İslam’a. İnsanların kulaktan dolma bilgilerle inandıkları, içerisinde aslına uygun olmayan bir çok şeyi barındıran dine değil. Şehrin insanları için kısa sürede âlimler tarafından eğitimler düzenlenmiş. Bu düzene uymak istemeyenler, suça karışanlar, düzeni bozanlar önce rehabilitasyona gönderilmiş. Düzelme olmazsa da şehrin dışına. Kocaman bir kapı yapılmış şehrin girişine. Şimdi bir çok insanın içeriye girmek için can attığı o kapı. Dışarıdan gelmek isteyen herkese açık olan. Tek şart eğitimi tamamlamak. Yıllardır tek suç bile işlenmemiş şehirde. Bunu duyanlar koşmuşlar, en önde de kadınlar. Hiç tanımadıkları insanlar tarafından öldürülmekten korkan, tanıdıkları tarafından zarar görmekten korkanlar zalim dünyanın merhametli şehrine koşmuşlar. Hatta bazı şehirler topraklarıyla beraber Kudüs’e katılmak istemiş. Gelen herkes eğitimden geçmiş. Eğitimi tamamlayamayanlar isterse eğitim alanında kalmaya devam edip eğitimi tamamlamak için çaba göstermiş, istemezlerse de oradan uzaklaşmışlar.
Artık bu şehrin tarihini de öğrenmiştik. Kendimi bunca yıl sonra ilk defa tam hissediyordum. İnsan ruhuna üflenenden ayrı düşünce kendini hep eksik hissediyormuş. Kendimi böyle hissetmemle birlikte eğitimi tamamladığım bilgisi de kısa sürede bana ulaştı. Mutluydum. Buradan ayrılacak olmak birazcık üzüyordu beni. Ama tarihini de öğrenmemle birlikte ruhumda bambaşka kapılar açan şehre gidecek olmak, bu duygunun tarifi yoktu. Sevdiklerime de kavuşacaktım. Annem çok gururlanacaktı. Bana ulaşamadığında anlamış mıdır yolda olduğumu? Endişelenmemiştir İnşallah.
Aradan geçen bir yıl sonunda yine kapıya gelmiştim. Aynı görevli oradaydı. Beni görünce tebebessüm etti.
“Hoş geldin kardeşim. Demek eğitimi tamamladın.”
Beni hatırlıyor olmasına şaşırmıştım. Ben de gülümsedim.
“Nasıl hatırladınız?”
“Ne kadar süredir eğitimdesin?”
“Bir sene oldu.”
“Benim için bir sene değildi.”
Anlamamıştım. Sormadım. Merakım heyecanım karşısında yenik düşüyordu. Bir senedir hissetmediğim kadar özlem hissediyordum. Kocaman kapının bir insan geçebilecek boyuttaki nispeten alçak küçük kapısı açıldı. Elim göğsümde, çok az başımı eğerek girdim kapıdan. Etrafa bakındım. Adım attığım ilk yerden itibaren her yer yemyeşildi. Geçtiğim sokaklar tertemiz. Bir kedi geldi yanıma. Biraz sevdim. Sonra girişe çok yakın olan insanları uygun yerlere yerleştiren bir merkeze gittim. Yeni bir yere ihtiyacım yoktu. Annemle babamın yanına gitmek istiyordum sadece. Merkezden adreslerini öğrendim. Koşar adım elimdeki adrese doğru ilerledim. Beş dakikada bir yol soruyordum. Toplu taşıma kullanmak aklıma gelmemişti. Adrese geldiğimde şehrin girişinde karşılaştığım kedi ile karşılaştım. Yine başını okşadım. İçeri girdi, ben bekledim. Annem kedinin sesine bahçeye çıktı. Güzelleşmişti. Beni henüz görmemişti. Mutluluğun etkisiyle kıpırdayamadım. Gözlerim doldu. Annemle göz göze geldiğimde daha fazla tutamadım gözyaşlarımı. Annem de öyle. Kapıda buluştu kollarımız. Annem gözlerime baktı.
“Güzelleşmişsin yavrum. Ahhh yavrum, buradasın. Bizimlesin. Çok şükür.”
Annemin sesine babam çıktı pencereden. O da güzelleşmişti. Güzelleşmek ne güzelmiş. Koştu geldi. Kalplerimiz kavuştu. Beraber içeriye girdik, evimize. Babam kilitli bir kapıyı açtı.
“Oğlum burası senin odan. Buraya yerleştiğimizden beri seni bekliyor.”
Geleceğimden emindiler. Ama nasıl?
“Ya gelmeseydim?”
İkisi de birbirine baktı. Gülümsedi. Cevap vermediler. Üç yıldır aklımdaki soruyu sordum cevap bulmayı umarak.
“Anne, sen ben olmadan gitmek istememiştin. Babam kulağına ne fısıldadı da gitmeye karar verdin?”
Annemle babam bakıştılar. Babam cevapladı sorumu.
“Tohumunda sevgi var. Kendini bulduğunda gelecek. Onun için dua edelim.”