Latifa ablamın eteğini bırakamam. Bırakırsam çarşıda kaybolurum. Annem iyice tembihledi. Mescidin bahçesinde ayaklarım sızlayana kadar oynayabilirmişim. Yanıma çantamı da aldım. İçine zeytin, kekikli peynir, hurma ve su koydum. Hah bir de zahterli ekmek! Bizim topraklarımızı koklarsanız zahter burnunuzu gıdıklar. Annem dedi ki Latifa ablan bir de sana simit alsın. Böyle uzun, böyle elips gibi. Akşam ezanı okunmadan babanla ben de gelirim, dedi. Latifa ablam, komşumuzun kızı. Onu zeytin ağacım kadar çok severim.
Sahura kalktığımda evin içi mis gibi zahterli ekmek kokuyordu. Yüzümü yıkayıp koşarak oturdum sofraya. Babam yanağıma minicik vururken: “Küçük Müslüman.” dedi. “Yarın yine Aksa’da açacağız orucumuzu. Hı, sevindin mi?” Babamınki de soru muydu yani? Zaten ramazanlarımız Mescid’de geçerdi hep. İftar için gider, kosskocaman bir kalabalıkla iftarımızı açardık. Sonra avlu da Mescid de dolar dolar taşardı teravihte. Sahuru da orada yapardık. Ramazan, Mescid olmadan olur muydu hiç?
Ne diyorduk? Hah, Latifa ablamın eteğini bırakamam. Çarşı nasıl kalabalık nasıl kalabalık! Ablam, Şam Kapısı’ndan girelim diyor. Ataları Şam’dan gelme ya, hoşuna gidiyor. Kapı da öyle güzel ki. Ay yıldızlarla bezeli. Göz kırpıyorum her ne zaman geçsem. Bir keresinde yemin ederim yıldızın teki de bana göz kırptı yemin ederim! Latifa ablama söylediğimde gülmekten yere yapışacaktı. “Hind,” dedi. “Sen biraz fazla mı masal okuyorsun? Yoksa hayalî arkadaşların mı var senin?” Dudağımı büzdüm, cevap vermedim. Yıldızların göz kırpmadığı çocuk mu olurdu?
Surlardan girince burnuma mis gibi nane, fesleğen, ada çayı kokuları doldu. Bizim memleketimiz böyle kokar. Bizim memleketimiz sadece bunlardan kokar. Bir de limon ve portakal! Krem rengi taştan çarşı, ağzına kadar doluydu. Arı kovanı gibi vız vız vız. Acele ediyorlardı tabii. Daha evlerine gidecekler, iftarlıklarını hazırlayacaklar ve… Ve Mescid’e doğru yola koyulacaklardı. Ohhooo kim bilir nerelerden nerelerden de geleceklerdi. Bizim evimiz surlara yakın olduğundan hemencecik gelebiliyoruz. Latifa ablamı çekiştirip durdurdum, aklıma bununla övünmek geldi o an: “Latifa abla, biz ne nasipliyiz değil mi? Buralara hemencecik hoop diye gelebiliyoruz. Uzaktaki Müslümanlar ne de üzülüyorlardır değil mi?” Latifa ablam, eğildi gözlerimin hizasına kadar geldi: “Evet,” dedi. “Şükür ki tek derdimiz bu. İstediklerinde gelirler onlar da. Öyle değil mi?” Başımı salladım. Yani çok güzeldi onların da hemen gelivermeleri. Mescid’de itikafa girmeleri, aylarca rahat rahat kalmaları ama… Latifa abla da övünmeme hiç izin vermiyor.
Şam Kapısı’ndan girince sağdaki manava uğradık. Latifa ablamın babası manav. Rıfat amca bembeyaz saçları, zayıfça vücudu ve uzun boyuyla manava hiç benzemiyor. Kime benziyor? Bunları içimden düşünüyorum tabii. Yoksa bana yine gülerler. Annem de zaten dikkatimi dağıtmamamı söyledi. Sonra sokaklarda kayboluyormuşum. Rıfat amcam kimlere benziyor, kimlere…Profesörlere benziyor! Yüzümü okşadıktan sonra Latifa ablamla konuşmaya başlıyorlar. Bense onu kürsüde hayal ediyorum. Elinde kalemi koca sınıfa bir şeyler anlatıyor. Arkalarda kikirdeşiyor birileri. Kaldırıyor kalemi fırlatıyor onlara. Hahaha böyle profesör mü olur? Hayalime kahkaha attım. Onlar da konuşmayı bırakıp ilginç ilginç bana baktılar. Ne oldu, der gibi gözlerini kıstılar. Hiç, dedim. Bir şey hayal ettim de çok komik geldi. Sonra konuşmalarına döndüler.
Rıfat amcanın yanından ayrıldık. Elleri kolları doldu Latifa ablamın. Eee iftardan sonra bol bol meyve yiyeceğiz tabii. Birazını da ben getiririm, diye bağırdı arkamızdan. Getir Rıfat amca getir, bunlar elli çocuğa ancak yeter! diye bağırdım ben de. Kocaman bir kahkaha attı arkamızdan. Yakalayıp cebime koydum. Sonra hatırlayıp gülerim. Pazarı dolaşa dolaşa yürüdük labirent gibi sokaklarda. Kıyamet Kilisesi’nin yanından geçerken şöyle bir baktım. Tertemizdi. Babam diyor ki: “İslam ülkesi demek herkesin güvenden, huzurdan yana mutlu olduğu yer demek. Muhammedü’l-Emin’in ümmeti de böyle ülke yönetir.” Kilisenin bahçesinde Ala’yı gördüm. Birbirimize öpücük attık.
O kadar yoruldum ki yolun ortasında tak diye durdum. Latifa ablam da durdu. “Yoruldun mu Hind?” dedi. “Evet ablacığım,” dedim. “Biraz daha yürürsek sanırım zeytinyağına dönüşeceğim. Sonra beni salatalara…” Gülümsedi. Öğle ezanı başladı o an. Öyle tatlı öyle pamuk gibiydi ki Mescid’e yaklaştığımızı anladım. Sonra diğer camilerden başladı ezan. Sonra taa uzaklardan uzaklardan Zeytindağı’nın arkasından. Kudüs’ü ezanlar kucakladı. Ben de Latifa ablamı kucakladım. Olduğumuz yere oturup ezanı dinledik. İçimden yine gururlanmak geldi. “Latifa abla, buraların ezanını her zaman dinlemekle nasipli olmamız ne muhteşem değil mi?” diye kikir kikir sordum ona. O da bunu niye yaptığımı anladığından: “Ezanlar her yerde güzeldir. Ama Allah’ın Kur’an’ında geçen bir yerde dinlemek daha güzeldir evet.” Bunu yaparken kalbimde büyüklenme olmuyor. Çocukların kalpleri zaten büyüktür. Bunu yaramazlık olsun diye yapıyorum. Şimdi bunları başkaca yerden Müslümanlar okursa onlar da kikirdesin diye. Ben Hind. Demiş miydim? Altı yaşındayım ve çarşıda kaybolmayı, arabamıza saklanmayı, böylece büyükleri korkutmayı çok severim. Gözlerim kapkara. Ülkemin zeytinleri gibi.
Latifa ablamla yeniden yola düştük. Biraz sonra arkamızdan “Hişt hişt!” diye bir ses işittik. Hemen arkamıza döndük ama kimsecikler yoktu. Allah Allah, dedi Latifa ablam. Üstünde durmadı. “Latifa abla,” dedim. “Mescid’e varınca ben azıcık uyusam da sen beni ikindiden sonra uyandırsan? Hem annemle babam o zamana daha gelmemiş olurlar.” Gülümsedi. “Orucu uykuya tutturacaksın ha?” derken yine o sesi duyduk: Hişt hişt! Hızla arkamıza döndük. Bir köpek uyuz uyuz yürüyerek arkamızdan geliyordu. Köpekler de böyle ses çıkarır mıydı? “Köpekler hiştlemeyi bilir mi Latifa abla?” diye sorunca biraz ürkmüş gözüken Latifa ablam hayır anlamında başını salladı. Zaten durunca da uyuşuk köpek bizi geçti gitti. İyice baktı aşağılara doğru. Ama ne gelen vardı ne giden. Ne olacaktı hem canım?
Nihayet Aksa’ya ulaştık. Zeytin ağaçlarıyla dolu bahçeyi görünce her seferinde içimde nane yemişim gibi bir de peşinden su içmişim gibi bir şeyler oluyor. Yeşil naneyi çok severim de. Hâlâ Latifa ablamın elinden tutuyorum. KOCAMAN KIZ OLDUM AKSA’YA HÂLÂ BİRİLERİYLE GELİYORUM. NEYMİŞ HAYAL KURMAKTAN YOLU UNUTURMUŞUM! DOĞRU MU BU YAAANİ? Doğru… Yine de izin aldım ondan. Zeytin ağacıma koşup sarılayım, dedim. Tamam dedi, git sa… derken yine o ses: Hişt hişt! Bahçe dolu olmasına rağmen yakınımızda başka birileri de bulunmasına rağmen bizden başka bu sesi duyan yoktu sanki. Latifa ablamla göz göze geldik. “Bu sesi sadece biz duyuyoruz galiba ablacığım.” dedim. O da başıyla onayladı. Sonra bir çare düşündük. Ama önce ağacıma sarılmam gerekiyordu. İşte Altın Kubbe tam karşımda! Ona bakan ağacıma koştum sarıldım sarıldım. Her gün görsem yine de özlüyorum. Ne yapayım arkadaş yüreği! Ama önce şu hişt hişt sesini çözmemiz lazımdı. Harika bir fikir geldi aklıma. Latifa ablama işaret ettim eğildi. Ve ona anlattım: Fısır fısır fısır… Kıkırdamaya başladı ama kabul etti mecbur. Çünkü ben akıllı bir kızım.
Latifa ablamın sırtına sırtımı dayadım. Onun yarısı kadar olduğumdan kollarımın altından geçirerek kendimi ona bağladım. Başımdaki şalı çıkardım bu iş için ama bu seferlik oluversin. Böylece bu sesi çıkaranı hemen yakalayacaktık. Bizi böyle görenler epey güldüler ama görev kutsaldır. Böyle böyle avluya doğru yürümeye başladık. İnsanlar; bahçede, Mescid’in avlusunda, güzelce yerleşmişler, ya Kur’an okuyorlardı ya da dinleniyorlardı. Latifa ablama dedim ki: “Biraz yolu uzatalım ablacığım. Halvethânelere doğru gidelim.” Tamam, dedi sessizce. Sen gözünü dört aç. Yürümeye başladık. Tabii çok yavaş yürüyorduk böyle ama ne yapalım? Ama ses yoktu. Kesilmişti. Kubbetü’s-Sahra’nın etrafında kaç tur döndük, hişt sesi kesilmişti. Tam demek ki yanlış duymuşuz diyecekken yine duyduk: Hişt hişt! Baktım iyice. Sonra bir kemerin arkasında bir gölge fark ettim. Ablamı durdurdum. Şalı çözdü. Yavaşça kemere doğru ilerledik. Ablama baktım, hafif esmer yüzü beyazlamıştı. “Korkuyor musun yoksa?” diye sordum. Yalan söyleyemeyeceği için sustu. Kıkırdadım. Gölgeye yaklaşmıştık. Benim de nefesim duracak gibiydi. Latifa ablam heyecanla atıldı: “Demek sendin ha hişt hişt deyip duran?” Ben de zıpladım diğer tarafa doğru. Baktık ki… Kim olsa beğenirdik acaba? Rıfat amcamın çırağı Hasan! Meğer Rıfat amca peşimizden yollamış poşetlerle onu. Ben bu meyveler kime yetecek deyince. Latifa ablam, kızmadı tabii. Ama ben kızdım. Çünkü ben Hind. Altı yaşındayım. Gözlerim, memleketimin zeytinlerine benziyor. Sinirlenince zeytin çekirdeği kadar oluyor.
Sonra hemen affettim Hasan’ı. Çünkü topraklarımızda affedilmeyecek günahlar işlenmezdi. İftara kadar koştuk onunla. Mescid’in bahçesinde belki yüz çocuktuk. Başlarımızı bir aralık göğe doğru çevirdik. Uçurtmaları gördük. Belki on tane. Yani on tane masal. Latifa ablam diyor ki Kudüs’ün göğündeki uçurtmalar masalları getirirmiş bize. İşte o zaman hişt hişt sesini de sevdim.
Hasan’ın arkasından seğirttim seğirttim seğirttim: Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!