Ecran’a
Dedemden köylüsü nefret edermiş. Huysuzun tekiymiş rahmetli. Cimriymiş de. Laf söz cimrisi. Ne demek laf söz cimrisi? Ağzından tek bir laf işitmezlermiş. Hiçbir sırrını bunlardan bir tekine bile dememiş. Hâl böyle olunca köylü bu bizi beğenmiyor mu, kendisini ne nane sanıyor diyerek muhabbeti kesmişler. Babama sorardım arada: “Yav ne vardı konuşmayacak, dertleşmeyecek? İnsan başka nasıl insan olacak, niye böyle ederdi?” diye. Geçiştirip dururdu beni. İşte huyu öyle de ne etsin de falan filan. Ama askerden döndüğüm gün, kolumdan tuttu. Samanlığın kapısını açtı. Köşedeki kuru otu bir köşeye iteledi, üstünü az biraz eşeledi. Bir kapak çıktı meydana. Şaşırdım tabii. Kaldırdı kulpundan açtı kapağı. Baktım ki bir kuyu. Şaşırdım, yıllardır bir kuyu var samanlığımızda ve ben yeni görüyordum. Bu ne baba, dedim. Nereden çıktı bu? “Dedenin ağzını köylüye kilitleyen bu kuyu işte.” diye cevapladı beni. “Gençken bir kızcağıza sevdalandığını arkadaşlarından birine demiş. Ama ağzını tut, kızın kulağına gitmesin. Onu önce sevgime hazırlayacağım. Hemen duyarsa güler geçer. Toprak atar üstüme, diye de sıkı sıkı tembihlemiş. Arkadaşı tamam demiş demesine de ağzı gevşek çuval bağı gibi olduğundan tutmuş arkadaşına anlatmış. O da ona o da ona derken kızın kulağına gidivermiş bu haber. Kız, bir gün dedenin önünü kesmiş. Be hey oğlan, demiş. Sana varmam ben. Köyde mi kalacağım ebedî? Var git benden başka kime yanarsan yan. Dedeni yıkmış geçmiş. Deden kız yanından ayrılınca önce donmuş kalmış. Sonra koşarak gelmiş bu kuyuyu eşmiş günler geceler boyu. Anası babası durduramamışlar. Herhalde demişler, kendine mezar kazıyor. Atacak içine kendini biz uyurken de gömecek. Durduramamışlar. Süt hakkı bile engel olamamış. Derken derken kazmayı bitirmiş. Güzelce kuyuya çevirmiş. Babası delirdi bu oğlan, susuz yere kuyu mu eşilir, diye öykelenmiş. Anası iki gözü iki çeşme dizlerini dövmüş. Eh, günler geçmiş bitirmiş kuyuyu. Tamam demiş anasına babasına. Sır kuyum bu benim. Daha size bile ağzımı açmam. Açmamış da. O günden sonra ne derdi ne tasası varsa kuyuya anlatmış.” Vay benim dedem vay. Meğer sen ne büyük adammışsın. Doğru ya. İnsana sır verilir mi? Allah’ın sözüne sadık kalmayan senin sözüne sadık kalır mı hiç? Dediğini kendi sesiyle birler de başkasına satar laf diye. Çiğ süt yoğurdu. Dedem sevilmezmiş ama çalışkan adammış. Bize bayağı mal mülk bırakmış. Muhannete muhtaç etmemiş bizi. Anam babamla tarlalarımızı ekip biçiyor, mahsulü bol bol alıyoruz. Süt oluk oluk akıyor. Gözü olanın gözü çıksın.
Dededen kalma mirastır, bizden de şimdi pek hazzeden yok. Konuşan eden yok. Köyün en ıssız yerine kondurulmuş evimizde kendi kendimize yaşayıp gidiyoruz. Ben, anam, babam. Bana kız veren de yok. Hani yakışıklıyım da. Cebimde param var. Ama yok. Bir kere adımız çıkmış. Düzelmiyor. Dedeme işte o zaman epey kızıyorum. Sonra niyesini hatırlayınca geri affediyorum onu. Neticede adım da ondan miras: Sırrı. Babam diyor ki: “Huyun da benziyor rahmetliye, inatsın.” İnsanın huyunu beğenmeyince herkesin eli cebine gidiveriyor. Artık ne denk gelirse: Aksisin, alıngansın, sertsin, uyuşuksun… Yok ya? Değilim işte. Sırrı’yım ben Sırrı. Bir kere sırrı ortalığa saçıldı diye ondan kelli insanlara tek kelime koklatmayan Sırrı Ağa’nın torunu.
Babam bana kuyuyu gösterdikten sonra gittim geldim inceledim kuyuyu. Başında oturdum. Derken derken sende de ne sırlar vardır be kuyu, dedim. Ses gelmedi tabii. Kuyuya eğildim ve daha gür bağırdım: SENDE DE NE SIRLAR VARDIR BE KUYU U U U u u u u uu. Var tabii ya, dedi bir ses. İçimden bir ses. Dedemin sesiydi bu. Ürktüm ilkin, kaçacaktım erkekliğime sığdıramadım. Geri çömeldim kuyunun başına. Dedemin sesi içimde yankılanmaya devam etti: “Aklın varsa sen de tek laf etmezsin insan kısmına. Gel anlat buna. Sırlarımız kardaş olsun.” Haklıydı. Zaten pek aldıran da yoktu bana. Ne üzülecektim sanki kimsem yok diye? Eğildim tekrar: “Tamam be kuyu, bundan sonra dert ortağım sensin.” Sesim bir süre yankılandı. Kuyunun karanlığında kayboldu gitti.
O günden sonra işlerimi bitirir bitirmez kuyunun yanına koştum. Sesini soluğunu çıkarmadan dinledi beni. Her ne yaşadımsa anlattım. Hani içimde gizlediğim bir laf kırıntısı bile bırakmadım. Ona anlattıkça sanki içimin karanlık odaları aydınlandı. Kuş gibi oldum. Ayağım yere basmıyordu. Anamgil de fark etti tabii durumumu. Babam enseme vurup: “Len cennetten müjdeci mi geldi? Bu ne neşe?” diye takılınca geçiştirdim. Kuyuyu desem neme lazım, gelip dinlerlerdi belki beni de sırlarımı duyarlardı. Sır dediğin duyulunca sır olur mu hem? Değil mi dedem?
Bir gün bir haber yayıldı köyde. Çin’de yeni bir virüs çıkmış. Tuttuğunu yatağa seriyormuş. Babamla anam tarla kadar rahatlardı. Bizim köy, itin öldüğü yer. Nerede bulacak o virüs burayı, diyorlardı. Virüsü kendileri gibi düşünüyorlardı. Sanki insan da yürüye yürüye bizim köyü bulamayacaktı. Eline mikrofonu alıp duyuru yapmak için geberen şöhret meraklısı bekçi, cami hoparlöründen: “İlçe sağlıktan köyümüze doktorlar geldi. Herkes köy meydanınaa!” diye ünleyince bir gün, en arkadan anamla babam gitti. Ben de vardım tabii. Doktorlar, virüsün ilginç özelliklerini bilimsel bilimsel açıkladılar. Şöyle bir baktım, ihtiyarlar gölgeye çekilip uyudular doktorları biraz dinleyip. Geri kalanıysa ne diyor bu Tatar Ramazan, der gibi bakıyorlardı onlara. Ama ben can kulağıyla dinledim. Neticede ölmek için gençtim. Konuşmalarını bitiren doktorlar, baktılar ki milletten tık yok. Muhtarın zorlamasıyla onun evine yemeğe geçtiler. Biz de uğuldaya uğuldaya dağıldık.
Anamla babam, Çin’i bir virüs için uzak sanmakta yanıldılar. Tüm ülkeyi saran virüs, bizim köyde de konakladı. Herkesin burnu kulağı tutmuyor, sümükler yol yol akıyordu köyden. Ama ilginçti ki köyde herkese aynı vurmadı bu melanet. Kimisi hafifçe geçirdi. Kimisi yataklara düştü. Bizim evde en çok babam hasta oldu. Anamı da vurdu vurmasına ama babam ölecek sandık.
Köyde bir bana işlemedi bu virüs. Burnum nemlenmedi bile. Millet evinden çıkamazken ben fellik fellik dolaştım köyde. Dağlara tepelere tırmandım. Kızları gördüm çeşme başında. Sümüklüler. Nasıl da kollarına burunlarını siliyorlardı öyle. Şunları da kim alırdı acaba? Hani dedim içimden, beğenmezdiniz ya beni. Şimdi ne oldu? Alır mıyım be sizi şöyle gördükten sonra?
Tüm bunlar olurken kuyumun başına geldim. Anlattım bir bir. Her şeyi. Kuyu sessizce dinledi yine beni. Tam devam ediyordum ki babam içeri daldı hışımla. “Delirdin mi sen len? Boş kuyuya ne konuşup duruyorsun?” diye üstüme yürüdü. Bir taraftan da kırgın vücudunu sürüklüyordu. “Niye?” dedim. “Dedem de anlatıyormuş ya işte. Ona da delisin dedin mi?” Ben böyle deyince iyice hücum etti üstüme. “Vay gidinin serserisi! Len sen dedenle bir misin? Kuyu onun, dert onun.” “Birim tabii,” dedim. “Adı benim, kuyusu da benim.” Ben böyle deyince iyice sinirlendi. Çıktı gitti. Biraz sonra kazma kürekle geldi. Beni iteledi çıkardı samanlıktan. Ardından da kapıyı sürgüledi. Vurdum vurdum açtıramadım kapıyı. Kazma kürek sesleri geldi.
İki saat sonra çıktı. “Gör şimdi kuyuyu.” dedi hınçla. İçeri seğirttim. Ne göreyim? Kuyuyu ağzına kadar toprakla doldurmamış mı? Nasıl kıydın baba, diye inledim durdum. Ben bunu geri açmaz mıyım diye koştum eve. “Açarsan evladım değilsin, bil.” dedi sıyrıldı. “Ölüyorum hastayım canına tükürttürme!” diye üstüme yürüdü. O gün çıktım gittim. Samanlıkta yattım bir hafta. Elime kazma küreği aldım aldım geri bıraktım. Evlatlıktan redde değer miydi?
Mecbur eve döndüm. Bu lanet virüs geçmek bilmiyordu. Köy kırılıyordu. Bir sabah göğsümde ağrıyla uyandım. Burnum da akmaya başladı. Sanki bir körük vardı ciğerlerimde inip inip kalkıyordu. Anam hâlimi görünce: “Vay başıma!” dedi. “Seni de mi tuttu bu kör olasıca?” Tutmuştu belli ki. “Şöyle bir dolaşayım.” dedim. “Belki açık hava iyi gelir.”
Çeşmenin oradan geçerken kızları gördüm. Sümüklüler. Nasıl da kollarına burunlarını siliyorlardı öyle. O sırada burnum aktı. İçimden bunları da kim alacaksa derken kolum burnuma gitti. Tam akacakken iyi yakalamıştım. Kızlar omuzlarını silkip önlerine döndüler. Sümüklüler.