Emine Sen. Akıllanman Gülüm

Emine Ecran Şenel

O gün birtakım yüzler parıldar; Güleçtir, müjde almıştır. Birtakım yüzler de o gün toza toprağa bürünmüş, kapkara kesilmiştir.

Bir şehrin sokakları o şehrin yüzüdür. Yüzüne bakınca anlarsınız tarihini, hüznünü, sevincini, olgunluğunu, hamlığını, çocukluğunu, ergenliğini, yaşlılığını, özgünlüğünü, özentiliğini… Her şeyini anlarsınız bir şehrin, sokaklarından. Gezmek için geldiğimiz, tarihiyle övünür gibi yaparken metropollere özenen, ihtiyarlığı gözlerinden fışkırırken yüzündeki boyalarla gençleştiğini sanan bir şehrin sokaklarında yürüyorduk. Yol kenarında bir kitapçıya girdik. Eşim, görevliye istediği kitabın olup olmadığını sorarken ben de defterlere göz attım. Dikkatimi celb eden küçük bir defteri elime alıp karıştırdım. Defterin son sayfasının karalandığını fark ettim. Karalamanın altında bir not vardı:

Emine sen

Akıllanman

Gülüm

:)

Benim adımla yazılmış notu görünce şaşırarak güldüm. Komik bir tevafuktu. Eşime gösterdim ve defteri alıp çıktık. Dünyanın herhangi bir yerinde hiç görmediğim, tanımadığım bir adaşıma yazılmış notlu o defter artık benimdi. Yani o not artık benim içindi.

Emine sen

Akıllanman

Gülüm

:)

Doğru. Ben akıllanmam gülüm:)

Kitapçıdan çıkınca eve dönmek üzere arabaya bindik. Yüzümde bir acı hissettim. Daha doğrusu bir yanma hissi. Aynaya baktım, yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Hava çok da güneşli değildi ama yanmışım nasıl olduysa? Güneş kremi sürdüm. Gittikçe yanma hissi artıyordu. Bir çeşme başında durduk yüzümü yıkadım. Eşimin acile gitme fikrini kabul etmedim. Sabaha geçer diye düşündüm. Yüzümün ateşi sanki tüm vücudumu sarıyordu. Kemiklerim hatta tırnaklarım bile yanıyor gibiydi. Eve gider gitmez yatıp uyudum. Gece uyandığımda yanma hissi kaybolmuştu. Lavaboya gidip aynadan yüzüme baktım. Kızarıklık gitmişti. Yalnızca gözlerimin altı biraz kararmış görünüyordu. Yorgunluktan olduğunu düşündüm. Gidip uyumaya devam ettim. Sabah eşimin telaşlı sesiyle uyandım. “İyi misin? Hemen hastaneye gidelim çabuk,” diyordu. “İyiyim ben. Geçti. Artık yanmıyor yüzüm,” dedim. “İyi değilsin,” dedi. Nedenini sorduğumda konsolun üzerindeki küçük anayı getirip yüzüme tuttu. Hayatımın en büyük çığlığını kopardım Bir daha. Bir daha. Bağırmaktan nefesim kesilince ağlamaya başladım. Eşim beni sakinleştirmeye çalışırken yüzüme dokunamadığını fark edince daha çok ağladım.

Hemen hastaneye gittik. Hastanenin acil bölümü yüzlerce insanla doluydu. Hepsinin de yüzü kararmıştı. Kimisi az kimisi çok. Ben, az kararanlardandım. Doktorlar hemşireler sağa sola koşuşturuyodu. Ne yapacaklarını şaşırmış gibilerdi. Zar zor giriş yaptırdık. Sıra bize geldiğinde doktor, yeni bir bulaşıcı virüse yakalandığımı ve izalasyon gerektğini söyledi. Henüz hangi ilaçların tedavi edeceğini bilmediklerini, iki hafta içinde geçmezse tekrar gelmemi söyledi. Eşimi de dikkatli olması konusunda uyardı. Eczaneden maskeler, eldivenler, marketten bir sürü temizlik malzemeleri alıp eve gittik. Ben ağlıyordum. Bir taraftan eşime vasiyette bulunuyordum. Eve gidince oturma odasını bana ayırdık. İnternetten hastalığı araştırırken tüm dünyanın bir anda hızla yayılan bu virüsle çalkalandığını gördüm. Virüse Black123456789 ismini vermişlerdi. Blakbirikiüçdörtbeşaltıyedisekizdokuz. Ölümcül müydü? Hangi yollarla bulaşıyordu? Nasıl tedavi edilirdi? Hiçbir bilgi yoktu. Araştırmalar devam ediyordu. Cenazemi hayal ettim, ağladım. Günahlarımı düşündüm, ağladım. Hayallerimin parçalanışını gördüm, ağladım. Eşimin benden sonra başkasıyla evleneceğini düşündüm, ağladım. Ağlarken belki gözyaşlarım şifa olur da yüzüm beyazlar diye düşündüm akan gözyaşlarımı tüm yüzüme sürdüm. Ağlamaktan yorulunca uyuyakalmışım.

Sabah uyanır uyanmaz aynaya baktım. Hâlâ yüzüm simsiyahtı. Aynı siyahlıkta mıydı daha çok mu kararmıştı anlayamadım. Yeniden ağladım. İnterneti açıp haberlere baktım. Virüs hızla yayılmaya devam ediyordu. Bazı dedikodulara göre devlet başkanlarına da bulaşmıştı. Hatta onların yüzleri en çok kararanlardandı. Devlet başkanları ortalarda görünmüyorlardı ama basın açıklaması yapan sağlık bakanının da yüzü kararmıştı. Hastalığın çocuklara bulaşmadığını fakat 18 yaş üstündeki insanlarda hızla yayıldığını söylüyordu. Virüse karşı elimizdeki en büyük koz yakalanmamakmış, öyle söylüyordu. Yani halt ediyordu. İki hafta boyunca geçecek ümidiyle bekledim. Geçmedi. Ne azaldı ne arttı, yüzüm öylece kaldı. Simsiyah. İki hafta sonunda tekrar doktora gittik, yapacağı bir şey olmadığını söyledi. Henüz tedavi yöntemi bulunmamış, istersek renk açıcı kremler deneyebilirmişiz ama ünlü iş insanları, sanatçılar bile beyazlmaadığına göre işe yaramazmış.

İçim de yüzüm kadar karardıktan sonra ümitsiz bir şekilde eve döndük. Odama geçip oturdum. Bundan sonraki hayatıma bu şekilde devam edecektim. Buna alışmalıydım. Belki de bu hastalıktan sebep çok da uzun yaşamayacaktım. Aynayı elime alıp yeni hâlime kendimi alıştırmya çalıştım. Uzun uzun baktım siyah yüzüme. O sırada telefona bir bildirim geldi. Baktım, eşim bir video göndermiş: Bir hoca efendi “İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin işi başından aşkındır. O gün birtakım yüzler parıldar. Güleçtir, müjde almıştır. Birtakım yüzler de o gün toza toprağa bürünmüş, kapkara kesilmiştir[1].” ayetlerini okuyup yüzü kararanların bir günahtan ötürü karardıkalrını söylüyordu. Tövbe etmek gerekmiş. Kendisi de bu virüse yakalanmış, sonra düşünmüş taşınmış cami cemmatinden topladığı paraları biriktirdiğini, harcamaya korktuğunu, fakat cemaatin o paraları cami giderleri için kullandığını sandığını ve bu sakladığı durumdan sebep karardığını düşünmüş. Önce istiğfar çekmiş, tam beş bin tane sonra cemaatinden helallik istemiş ve yüzü eski hâline dönüvermiş. Eşim videonun altına “İtiraf et, sen nerede saklıyorsun paraları hahahaha,” yazmıştı. Güldüm. Hocaya mı güldüm eşime mi bilmiyorum ama gülmek geldi içimden. İki haftadır ilk defa gülüyordum. Ertesi gün haberler Geğerya devlet başkanının da basın önünde vatanına ve milletine karşı ihanet sayılacak işler yaptığını açıklayıp, özür dileyerek istifasını açıkladıktan sonra kameralar karşısında nasıl da beyazladığını gösteriyordu. Eşim odanın kapısını sertçe açtı. Maskesiz bi şekilde gelip yanıma oturdu. “Ne yapıyorsun? Git, sana da bulaşmasın,” dedim. “Bırak şimdi. Gördün mü olanları? Senin de sakladığın bir şeyler mi var? Doğru söyle,” dedi “Saçmalama. Ne saklayabilirim? Böyle virüs mü olur Allah aşkına? Nasıl inanıyorsun bu safsatalara?” dedim Hiçbir şey demeden çıktı gitti.

O günden sonra gerçekten sakladığım bir şeyler olduğunu düşünen eşim bana kırgın duruyordu. Bir taraftan da haberler, sırlarını itiraf edip beyazlayan insanları gösterip duruyordu. Bizim sağlık bakanımız bu durumun safsata oduğunu halkımızın böyle absürt şeylere inanmaması gerektiğini söylese de eşim inanmıştı bir kere. İnancından dönmüyordu. Gün geçtikçe beyazlayan insanların sayısı artıyordu. Ben de artık ne sakladığımı düşünmeye başladım. Ama gizlim saklım yoktu ki. Günlerce düşündüm durdum. Uykularım kaçtı. Çocukken gizli saklı yaptığım yaramazlıklar geldi aklıma, onlar sayılmazdı bence ama yine de annemi arayıp itiraf etim. Yüzüm beyazlamadı. O gün eşim dışarıdan dürüm söylemiş. Odamın kapısına bırakıp gitti. Dürümü ısırdım. İçindeki dönere ulaşana kadar çeyrek salatalık, yarım domates bir tüm de soğan yemişimdir herhalde. Azıcık döner koymuşlar. Soğan mı? Hayret, eşim soğan sevmezdi, dürümü soğanlı mı yaptırmış, diye düşünürken aklıma geldi sakladığım o büyük sır.

Dürümü bıraktım. Gözlerimi kapatıp istiğfar çektim. Beşbin olammıştır ama dört beş kere çektim işte. Sonra koşa koşa eşimin yanına gittim. Hâlâ kırgın bakıyordu. “Tamam,” dedim. “Özür dilerim ama aklıma gelmemişti. Şimdi itiraf edince belki kızacaksın bana ama beyazlayacağım için mutluyum” “Söyle,” dedi eşim. Meraklı ve tedirgin baktı gözlerime. “Bazı yemeklere senden habersiz soğan koyuyordum. Çok küçük doğrayıp blendırdan çektiğim için sen fark etmiyordun” dedim. Aynaya baktım. Hızlı bir şekilde beyazladım. Sevinçten çocuk gibi zıplamaya başladım. Eşim “Emine sen. Akıllanman gülüm” dedi.

E.Ecran

________________

[1] Abese suresi 34-41