Hayal Etme Cesareti

Emine Genç

İnsankişisi hayâl etmeye mahkumdur. Kimi hayâl eder, ellerini semaya açar; kimi mumu üflerken sıkıca sarılır aklındakine; kimi evrene telgraf çekmekle kafayı bozmuştur. Bazısı ayakkabı bağını isterken bazısı genel hatları çizmekten imtina eder. Öyle ya, isteğinden vazgeçerse sonra ne olacak?

“Gavurun eşeği kayboldu mu tanrılar meleklerini etrafa saçar ama inancı bütün kıçından vurulsa dönüp bakmazlar. Nasıl olsa inanmış bir kere uğraşmaya ne gerek var?” Tabur Komutanı ne zaman sıkışsa inandığı tanrılara söylenmeye bayılırdı. Ne var ki tanrılarının ona alınıp sinirlendiği hiç görülmemiştir. Nazının tanrılara geçtiğini biliyordu. Zaten tanrılarından başka kimi kimsesi yoktu. Çay ocağının önündeki beş taburesine oturup kalkan geçici insanlar ve ağzından eksik etmediği tanrıları… Tanrılarına böyle davranan insanlara da pek kibar olmazdı elbet. Çayı soğutanlar, örtüyü yamultanlar, kendinden başka bağıranlar herkes payını alırdı ama yine de gelenler, çay ocağının müdavimi olmaktan kendilerini alamazlardı. Huysuzdu Tabur Komutanı.

***

“Yaşamın derinliklerinde bir ses varsa o da benim sesim olmalı” diye düşündü Kral Şatur ve kılıcını çıkardı, hiç korkmadan. “Şimdi burada, benden daha gür sesi olan varsa ortaya çıksın” diye kükredi, göğsünü kabartarak. Kulaklarına kendi yankısından başka çalınan bir şey olmadı. “VAR MII!” diye bağırdı, yeniden. Sessizliğe karşı salladı kılıcını, bileğinin ağrısını görmezden gelerek. Önündeki dağlara baktı, karşısında kimsenin olmadığını görmezden gelerek.

***

Ağzını açmaktan korkardı Şefkatli Şebbih. Tabii zaten kadın oldu mu hemen şefkati takıştırın yakasına. Hayır belki şefkatli değil basbayağı korkaktı. Belki tembeldi de siz onu şefkatli sanırdınız. Koruyup kollaması hep “aman bir şey olmasın da başımıza bir iş gelmesin”den ibaretti. Belki. Belki de siz haklısınız.

Ama kesin olan bir şey var ki o da Şebbih’in ağzını bıçak açmamasıdır. Çok az konuşur, konuşunca da çok dikkatli olurdu. Ne olduysa bir gece vakti yürüyüşe diye çıktığı o ıssız dağ başında olmuştu. Kendine bir eccin mi aşık etti, ıslak yere mi bastı, Alaaddin’in sihirli lambasına su doldurup mu içti bilinmez o günden sonra Şebbih’in ağzından çıkan şak önüne düştü. Ama önce kendisi. İnsanoğlu işte kaderin işine karışınca olanlar oldu. Allahu alem Şebbih o gece orada hakkın rahmetine kavuşmalıydı ama yok, tıbbın mucizesi yaşattı onu. Sabaha karşı dağın kenarında baygın bulmuşlar, hemen hastaneye, cerrahlara gün doğdu tabii hemen caka satacaklar “üç numaralı ameliyathaneyi hazırlayın.” İyi halt ettiniz. Daha gözünü açar açmaz ortalığı karıştırmaya başladı. Daha narkozun etkisiyle “anne, su versene” demeye kalmadan on üç yıllık mevta yanımızda belirdi. İki kalp krizi, bir aklı gidik hanemize hayırlı olsun. Kendisi narkozlu tabii bir şey anlamadı, olan yanındakilere oldu. Biraz iyileşiverdi “Doktor hanım, çıkışımı yapar mısınız, eve gitmek istiyorum” dedi pufff. Şebbih’i ara ki bulasın. Evinin salonunda yerde bulmuş kendini. Önce evliya sandık, kırklara karıştı herhal. Çektikleri günahlarına kefaret oldu, kalbi temizlendi. Sonra baktık keramet gibi değil, dedik büyüyle mi kafayı bozdu. Zaten sürekli bir şeyler okuyup dururdu. Ne olduysa o dağda oldu.

Şebbih’ten korkan yalnız biz değildik, kendisi de kendinden korkmaya başlayınca susmaya karar verdi. Az konuştu, öz konuştu. Zaten yapmakta olduğu eylemleri söylemeye başladı önce. Kapı çaldı diyelim “açtııım demedi de açıyorum” dedi. O kadar basit kalmadı tabii. Her duası da kabul olmaya başlayınca önüne iki şık çıktı. Ya kapısına “Ağzı dualı Şebbih, her derde deva” yazacaktı ya da ağzına kilit takacaktı. Kilit taktı. Sadece gerçekten ihtiyacı olanlar için konuşur oldu. Şefkatli oldu. İyice okumaya koyuldu, sessiz.

***

Namıkağa Pasajı’nda yeni bir kitapçı açılmıştı. Pasajdaki -neredeyse- her esnaf gibi sessiz sakin ve basitti. Yeniliği hiçbir yerinden okunmuyordu. Genelde pasajda işi olan insanlar gelir şöyle bir turlar, biraz hevesleri varsa da bir kitap alır giderlerdi. Böyle giderse Namıkağa Pasajı’nda yeni bir kitapçı kapanacaktı. Yine böyle bir gün, dükkanın eski ağır kapısı itelendi ve içeri biri girdi. Bir kitap aldı, iki kitap aldı, üç kitap aldı, aldı, aldı… Hiç konuşmadan ağır kapıyı itekledi ve iki dükkan ötedeki çaycıya geçiverdi.

* Tabur Komutan, demli çay getirebilir misin?

* Oo hoş geldin Şebbih hanım. Yine doldurmuşsun çantanı.

* …

* Oku tabii oku da çaylarımı soğutup ziyan et. Yazık ediyorsun çaylarıma. Şu tavşan kanının zevkine varmaktan ne alıkor insanı?

* Kitap okumak güzeldir.

* Okuyorsun da noluyor bilmem. İki kelime edene kadar canın çıkıyor. Al bak oku şu kitaptan ben de duyayım ne yazıyormuş?

* Okumasam daha iyi aslında.

* Yok oku. Oku da göreyim çayımdan daha kıymetli olan neymiş?

* “... Kral Şatur, oradakilere sesleniyordu, herkesin kendisini duyduğundan emin. “Bundan sonra her adımınızda beni duyacaksınız.” elinde kılıcı keskin.”