pençe urup göğsün açar/ Karacaoğlan
Marek, memleketinde bilinen namıyla Kara Şövalye, gözünü Ankara Sincan Devlet Hastanesinde bir odada açtığında etrafa şöyle bir baktı. Odada kimse yoktu. Kıpırdayacak hâli de yoktu. Dışarıya kulak kabarttığında anlamadığı bir lisanı işitti. Anlamlandıramadı olanı. Çareyi gözünü geri kapatmakta buldu. Nasıl olmuştu da bu şövalye taa Sincan’a kadar gelmişti? Orta Çağ’dan gele gele insan…Neyse. Yine insaflıymış onu buraya getiren. Marek, aldığı kılıç darbesinden sonra yere serilmişti. Daracık bir sokaktı onu yaralayan. Sokak insanı nasıl yaralar? Dünyada elimizin değdiği, gözümüzün baktığı hemen her şeyde yaralama özelliği vardır. Dünya. Yara açıcı küre. İyi de bir sokak koskoca bir şövalyeyi nasıl yaralardı? Şöyle:
Sokaklar o kadar dardı ki iki kılıçlı şövalyenin aynı anda geçmesine imkân yoktu. Kırmızı ışık da daha icat edilmemiş tabii. Düello bu sebepten ortaya çıkmış ama. İnanmayan, yalan söyleyen tarihe baksın. Avrupalı; her haltı düşünmüş de yahu bu daracık yoldan eşek geçmez, heybetli şövalyeler birlikte geçmek isteseler nasıl geçebilirler ki diye kıt aklına sormamış.
Biri şöyle bir teklif sunmuş ama. Demiş ki: “Diyelim ki karşı karşıya geldik. Yaşı büyük olan önce geçsin.” Neşeyle kabul etmişler. Hurralar çekmişler. Haram içeceklerden ziftlenmişler. Bir gün karşı karşıya gelen iki şövalyeden daha gıcık olanı diğerine demiş ki: “Buyurun şövalyem, yaşlısınız. Kurallar size öncelik tanımamız gerektiğini söylüyor. Kıh kıh kıh.” Bre demiş diğeri, bre dememiş nasıl desin kâfir o, ulan it demiş, gösteririm şimdi sana kim yaşlı. Geç meydana, çek kılıcını. İşte düello denilen kâfir hesaplaşması böyle ortaya çıkmış. Evet, dar sokakların yüzünden. Bir belediye başkanı da dememiş ki: Yahu millet birbirini biçiyor. Kadınlar kocasız, çocuklar babasız kalacak. Şu sokağı genişletelim bari. Yok, der mi? El elin adamını türkü söyleyerek kayırır.
Marek, naçar ama koca yürekli Marek, işte böyle bir düello sonucu böğrüne yedi kılıcı. Kafasını da yere öyle bir çarptı ki karpuz olsa dağılırdı. Onu yaralayan korkak şövalye, atına atladı bastı gitti. Onu öylece bırakıverdi. Oradan geçen yaşlı bir adam, kaldırmaya çalıştı, etraftan yardım istedi ama çağrısına karşılık bulamadı. Tanrısına dua etti bu sefer de. Bu genç adamı ülkesine bağışla, şifasını ver. Ver de nerede ne zamanda verirsen ver, dedi. İstavroz çıkardı. Böyle kısıtlı dua mı edilir ey yaşlı? Bak kaç sene sonraya nerelere yollandı Marek. Sürükleyeydin ya bir kiliseye. İyi ki de sürüklememiş. Çatışma lazımdı. Marek’i ameliyata alan doktorlar da anlamadı zaten. Kılıç yarası ne arardı ki hem bu zamanda? Bunu sonra konuşuruz deyip ameliyata alındı Marek. Üstelik kafası da ciddi hasar almıştı. Beyin ameliyatına alındı önce. Ameliyatları da şükür ki gayet başarılı geçti.
Geçti geçmesine ama hiç bilmediği bir yerde, zamandaydı şimdi. Gözünü tekrar esaslıca açınca etrafına toplanmış beyaz önlüklü adamları ve kadınları gördü. Anlamadığı dilde onu işaret ede ede konuşuyorlardı. İçlerinden biri: “Geçmiş olsun, kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye eğilip sordu. Marek’in kulağına şöyle geldi bu: “Ahdkfkfk djfkfkfkkfkdk gürjfjjgkg.” Anlamadı. “Yok anlamıyor,” diye söyleşti doktorlar. “Şimdi derdimizi nasıl anlatacağız? Derdini nasıl anlayacağız?”
“Anlamıyorum onları,” diye düşündü Marek. “Şimdi derdimi nasıl anlatacağım, buradan nasıl çıkacağım? Keşke beni anlasalar da anlatsam olanı biteni.”
“Buldum!” diye heyecanla bağırdı içlerindeki intörn doktor. “Onun konuşmalarını bize, bizim konuşmalarımızı ona çevirecek bir yapay zekâ programı biliyorum. Yüzünü taratalım da nereden geldiğini anlayalım önce.” Diğer doktorlar buna pek ikna olmadılar. Onlar, gerçeğe o kadar alışkındılar ki bu görece soyut teklife içlerinden burun kıvırdılar. Yüzünü taratıp nereli olduğunu tespit etmek ne saçmaydı mesela. Onlar ciğeri kanlı kanlı görmeye, avuçlarına aldıkları kalbin ellerinden kaçacak gibi atmasına iman ederlerdi. Şimdi bu tıfıl doktor ne diyordu böyle? İçlerinden biri itiraz edecek gibi oldu. Genç doktor, daha iyi bir öneriniz varsa onu yapalım tabii ki hocam, deyiverdi. Daha iyi önerileri hastanın Türkçe öğrenmesiydi. Çaresiz kabul ettiler. Genç doktor, telefonuyla uğraştı bir süre. Geçti Marek’in karşısına. Fotoğrafını çekti. Marek, ürktü tabii. Ne ediyordu bu oğlan böyle deli deli? Heyecanla döndü diğerlerine. “Tamam,” dedi. “Bu adam Fin prototipine uygun. Ama biraz daha güneylerden. Estonya’dan olmalı. Estonca anlaşabiliriz. Tabii eski hâli şimdiki Estoncaya yakınsa. Deneyelim bakalım.” Yazmaya başladı uygulamaya.
Merhaba, burası Sincan, Ankara. Burada bizim yanımızda güvendesiniz. Yalnız zamanımızdan ve memleketimizden değil gibisiniz. Bize nereden ve hangi zamandan geldiğinizi, nasıl yaralandığınızı anlatır mısınız?
Marek, doktorun kendisine uzattığı cihazdan çıkan sesi dinledi. Baktı ki anlıyor, sevindi. Konuşmaya başladı:
Tere, olen Tallinnast. Minu nimi on Marek. Olen rüütel. Ma sain kahevõitluses haavata. Ma ei tea, mis edasi sai. Ma lihtsalt mäletan vanameest enne minestamist.
Doktorlar da onu anladı. Siz anlamadınız tabii. Şöyle diyordu Marek doktorlara:
Merhaba, Tallinn’denim. İsmim Marek. Şövalyeyim. Bir düelloda yaralandım. Sonra ne oldu bilmiyorum. Bayılmadan önceki yaşlı adamı hatırlıyorum sadece.
Marek, anlaşıldığını görünce sevindi. Anlaşılmak istemişti. İşte oluverdi.
Genç doktor, meseleyi çözdüğü için gururluydu. Marek’in Orta Çağ’dan gelmiş bir şövalye olması dışında sorunları kalmamıştı. Şimdi büyük bir mesele vardı ortada: Bu beyefendiyi nasıl Orta Çağ Tallinn’ine geri göndereceklerdi?
Günler günleri kovaladı. Gerekli makamlara haber verildi. Haberciler, Marek’in odasına sızıp onunla röportaj yapabilmenin, onun boy boy fotoğraflarını çekebilmenin derdine düşedursunlar, hastane yönetimine Marek’i bir süre daha onu hastanelerinde misafir etmeleri, bakımını üstlenmeleri talimatı verildi. Marek, iyileşmişti iyileşmesine ama şimdi ne olacaktı? Derdini anlattı. Beni geri yollayın, diye yalvardı. Kılıcım ve atım olmadan çıplağım ben, dedi. Doktorlar, özellikle intörn doktor üzülüyordu hâline. Yaşları da yakın olduğundan genç doktoru Marek’e arkadaşlık etmesi için de görevlendirdiler.
Gel, dedi genç doktor Marek’e. Seninle şehri turlayalım. Marek kabul etti heyecanla. Korkuyordu da tabii. Yanında kılıcı yoktu. AVM’lerden birine girdiler birlikte. Üstündeki kıyafetleri fark etti bir mağaza camının yansımasından. Bu yakışıklı da kim, dedi. Aa benmişim, diye sevindi. Yalnız o kadar büyüktü ki AVM, Marek bu koca cüsseli canavar yapıdan ürktü. Kapısına yaklaştılar. Tanrı’m, diye geçirdi içinden. Şu kapı kendi kendine açılsın da beni yalnız bırakmadığını anlayayım. Doktor hadi bakalım, dedi. Girelim içeri. Onlar yaklaşır yaklaşmaz açılıverdi kapı. Marek gülümseyerek yukarı baktı. İnsanlardan kimisi Allah’a göğe bakarak teşekkür ederdi. Marek de yalnız olmadığını anladı. İçeri girdiler.
Başı döndü Marek’in. Tuhaf sesler, kalabalık, gürül gürül akan bir dünya. Tallin’e dönünce o şerefsiz şövalyeyi gebertecekti. Onun yüzünden düştüğüm yere bak, diye söylendi. Ama kendisine gelen kimi özellikler de onu yüreklendirmiyor değildi. Yanlış mı anlamıştı acaba? Baktı ki kocaman bir merdiven var şimdi önlerinde. “Şu merdiven yürürse tamamdır,” diye düşündü. “Beni yere serdiği sokağın onu yutmasını dileyeceğim. Sitapea!” Marek, çocuksu heyecanla yaklaştı merdivene. Genç doktor, önden yürüdü. Doktor adımını atar atmaz merdiven yürümeye başladı.
Marek, yine başını yukarı gülümseyerek kaldırdı. “Teşekkür ederim Tanrı’m,” dedi. “Şimdi de beni Tallinn’e geri gönder.” Bekledi. Biraz dolaştılar. Morali bozulmuştu. Zaten bu binanın niye bu kadar eşyayla ve insanla ağzına kadar tıka basa dolu olduğunu anlamamıştı. Genç doktor, onu rahatlattığını ve buralara alıştırdığını düşünerek huzurla yürüyordu. “Allah’ım,” dedi. “Biz onu memleketine yollayacak zaman makinesini nereden bulalım şimdi? Çok da sevdim Marek’i. Ne olur yanımızda kalmaya devam etsin. Kalbini bize ısındırıversen? Hem dönse katil olacak. Daha mı iyi?”
Marek’se başını bir kere daha yukarı kaldırdı doktorun arkasından sürüklenirken: “Tanrı’m?”