Kanla Gelen

Hacer Uyğur

İnsanlar, her istediğinin olmamasının bir nimet olduğunu söyler. Eğer istediklerimize anında ulaşsak yaşamın bir anlamı kalmazmış. Arzulamak ve arzuladığın şey için çabalamak hayatı güzel kılanmış. Bazen isteklerine ulaşamamak, bunun verdiği hayal kırıklığı, diğer zamanlarda istediklerine ulaştığında hissedeceğin mutluluğu çok daha derin çok daha sahici kılarmış. Hayır efendim. Bunun doğru olmadığının yaşayan kanıtıyım ben. Sadece neyi nasıl isteyeceğinizi bilmeniz gerekiyor.

Her şey on sene önce geçirdiğim beyin ameliyatıyla başladı. Aslında hayır, daha önceye gitmemiz gerekiyor. Her şey ben doğduğumda başladı. Şaka şaka. Gülün lütfen. Hâlâ rica etme özelliğim devam ediyor neyse ki. Çok karışık anlattım. Şimdi gerçekten başlıyorum. Ameliyat olma nedenim; bir inşaatın yanından kulaklıkla geçerken, ustanın “Dikkat!” diye bağırarak (en azından öyle bağırdığını söylüyorlar, o sırada oldukça depresif bir şarkı dinleyerek bir hafta önce ayrıldığımız nişanlımı düşünüyordum) düşürdüğü tahta parçasının beni beynimden vurması. (Beynimden vurulmuşa döndüm esprisi için çok mu geç?)

Yerde bir gölet haline gelen kanı görenler işimin çoktan bitmiş olduğunu düşünseler de iyi bir ameliyatla hayata dönmüşüm. Ancak kan kaybım çokmuş. Ve ailedeki tek 0 grubu olduğum için kan bulmakta zorlanmışlar. Ancak tam o sırada koridordan geçen garip kılıklı bir adam kan arandığını duymuş ve kendisinin kan vereceğini söylemiş. “Kan verebilirim” dememiş. “Benim kanımı alıp ona vereceksiniz” demiş. Ve herkes dinlemiş. Kan verdikten sonra yanındaki adama dönmüş; “bana bir tokat at” demiş. Yanındaki adam yüzüne tuhaf tuhaf bakmış. Kan veren adam da rahatlamış bir ifadeyle “bitti şükür, hadi selametle” diyip gitmiş. Annemin söylediğine göre her şey çok hızlı olup bitmiş. Herkesi adam yönlendiriyormuş ve kimse “noluyor beyefendi, doktor musunuz siz?” dememiş.

İlk duyduğumda garip gelen bu durum kısa bir süre sonra anlam kazandı. Ameliyat sonrası herkes etrafımda pervane oluyor gibiydi. Ne istesem anında yerine getiriyorlardı. Bazen daha cümlem bitmeden istediğim şey önüme konuyordu. Başta bunu, kazadan dolayı beni kaybetmekten korkan ailemin işi olarak düşünsem de çok geçmeden durumun bu olmadığı anlaşıldı. Bir sabah baş ağrısıyla uyandığımda “yeter artık bu ağrıyı istemiyorum” diye mızmızlanırken bir anda ağrım tak diye kesildi. Önce bir tesadüf sandım ama sonra “keşke yaram hemen iyileşse” der demez kafamdaki yaraya dair hiçbir şey kalmayınca ne olduğunu iyice anlamaya başladım. Günlerdir her dediğimi yapan ailem, etrafımda pervane olan hemşireler, doktorlar, istediğim yemeği her zaman bir şekilde bulan görevli… Her şey yerine oturdu o an. İsteklerim anında gerçekleşiyordu.

Az önce gülmenizi söylediğimde karşı koymamanız da bu yüzdendi işte. Aynı şekilde o zamanki nişanlımın tekrar bir araya gelmemizi istediğimde karşı koyamaması da bundandı. Ama bu daha tecrübesiz olduğum için yaptığım bir hataydı. Çünkü beni gerçekten sevip sevmediğini anlayamıyordum bir türlü. Sonunda dayanamayıp ben bitirdim ilişkimizi. Ondan sonra oturup kendime bir yönerge oluşturdum. Duygusal mevzularda ne olursa olsun karşımdakinin vermesi gereken kararları yönlendirebilecek cümlelerden kaçınacaktım. Diğerlerine kendi isteklerini yapabilmeleri için fırsatlar vermeye dikkat edecektim. Kariyer, ekonomi gibi konularda da göze batmayacak ama beni rahatlatacak isteklerimi dile getirecektim sadece. Böylece hem benim isteklerim gerçekleşecek hem de gereksiz bir göze batma yaşamayacaktım. İnsanlardan durumumu fark etmemelerini isteyebilirdim tabii -ki yalan söyleyemeyeceğim bunu yaptığım zamanlar da oldu- ama sürekli bununla uğraşmak da çok makbul gelmiyordu. Hem de hafızaya saygı göstermek lazım.

Dediğim gibi on senedir kendime kurduğum sistemle mutlu mesut yaşıyordum. Söylediklerime sürekli dikkat etmem gerekiyordu, bu da beni olmak istediğimden daha sessiz bir insana dönüştürdü. Ama bir problem yaşamıyordum aslında. Elde ettiklerim karşısında küçük bir bedeldi bu. Çok sevdiğim bir adamla evlenmiş, iki -acısız doğumla- kızım olmuş, ticarete atılıp kendi iş yerimi kurmuştum. Bu sürede ailemde iki trafik kazası olmuş ama sıyrık bile almadan (?) herkes kurtulmuştu. Her şey çok güzel ilerliyordu. Ta ki abimin kaynanasını iyileştirmek için hastaneye gittiğimiz güne kadar.

Az önce kurallardan bahsettim ya, hiç kural koymadığım bir alanı atlamışım: Sağlık. Eğer birinin sağlığı söz konusuysa mutlaka bir şeyler yapıyordum. Tabii gücümün açığa çıkıp başıma bela olmasını istemediğim için ailem dışında kimsenin haberi yoktu durumdan. Genellikle hasta ziyaretine gider gibi yapıp zamana yayılacak bir iyileşme isterim o kişi için. Kurallarımdan biri de bu. Abimin kaynaşmasına da öyle yaptım. Muzumu kolanyamı aldım, hastanın başına gittim. Kendisiyle biraz muhabbet edip arkadan dileğimi söyledim. Tam her şey bitti artık gidebilirim derken yan odadaki küçük çocuğu gördüm.

Çocuğun yüzünün rengi solmuştu. Annesi çocuğun elini tutmuş içli içli ağlıyordu. Kalbim dayanamadı tabii bu sahneye. Abimin yanına yavaşça sokulup çocuğu sordum. “Bir haftadır uyanmadı. Kansermiş, daha önce bir kere tedavi olmuş ama nüksetmiş. Vücudu tedaviyi kaldıramayacak kadar zayıf dedi doktor. Her an ölmesini bekliyorlar.” Sözlerini bitirdikten sonra manalı manalı baktı bana. Ben hiçbir yaşam belirtisi vermeyince “Yapacak mısın?” Dedi. Ani bir kararla “Evet.” Dedim. Cevabını beklemeden cama biraz daha yaklaştım. “Önce gözlerini açıp kendine gelsin sonra birkaç gün içinde kanseri tamamen geçsin ve bir daha gelmesin.” Dedim. Bunu söylemekle çocuğun gözlerini açması bir oldu. Annesinin durumu fark edip -bu sefer sevinç gözyaşlarıyla- doktoru çağırmasını izledikten sonra hastaneden çıktım.

Sonraki sabah abim aradı. “Sana bunu söylesem mi çok düşündüm ama sonra söylemem gerektiğini düşündüm.” Diyerek hayatımda duyduğum en korkunç şeyleri anlattı. Şöyle olmuştu: iyileştirdiğim çocuğun babası oğlunun uyandığını duyduğunda hızla arabasına atlayıp hastaneye doğru yola çıkmış. Ama tam o sırada aniden yola çıkan bir tırla çarpışmış. Ambulansla getirdiklerinde çoktan can vermiş. Sadece bununla da kalmıyor. Abimin kaynanasının doktoru o akşam kaynanasına yapılacak ameliyatı iptal etmiş ve onun yerine gittiği yat partisinde nereden düştüyse düşmüş, bel altı sakat kalmış.

Bir anda tüm dünya durmuştu. Olabilir miydi? İki olay da benim değiştirdiğim bir şey yüzünden yapılanlar sonucu gerçekleşmişti. Ama bu bir tesadüf miydi yoksa dileklerinin bir sonucu muydu? Anladığım kadarıyla abim de aynı şeyi merak ediyordu. Sabahki olayı talihsiz bir kaza olarak görmüştü ancak doktorun başına gelenleri duyduğunda zihninde bir şüphe oluşmaya başlamıştı. İyice düşünüp daha önce hiç böyle şeyler oldu mu diye düşünmüştü tüm gece.

O beni aradıktan sonra ben de düşünmeye başladım tabii. Düşündükçe taşlar yerine oturuyordu. Eski nişanlım mesela: bana geri dönmesini istemiştim ve sonra ben ayrılmıştım ama o günden beri sürekli beni rahatsız ediyor, tekrar bir araya gelmek istiyordu. Ben ilk kızımı acısız doldurduğum da ablamın çocuğu olmayacağını öğrenmiştik, ikinci çocuğumda ise annemin yumurtalıklarında riskli bir kitle bulunmuştu. İşimi kurduğumda eşim hayallerini süsleyen yurt dışı projesi için hibe alamayacağını öğrenmişti. Zihnim tonlarca örnekle dolup taşıyordu. Daha önce tesadüf olarak gördüğüm, bağlantı kurmadığım ya da belki yok saydığım her şeyi apaçık görebiliyordum.

Bana kan veren adamı düşündüm. Verdiği şeyin bir nimet değil lanet olduğunu anladım. İstediklerinin olması değildi lanet, bedeliydi. O yüzden rahatlamıştı. Kimseye zarar vermeden yaşama özgürlüğü yakalamıştı. Son bir zarar vererek. Beni lanetlemişti. Bir an ben de aynı şeyi yapmak istedim. Ne yaparsam yapayım dileklerimin sonucunu hesaplayamayacaktım. Kurtulsam çok daha rahat olabilirdim. Ama birine nasıl böyle bir şey yapabilirdik ki? Hem de çoktan bu kadar kişiye zarar vermişken?

Sıkışıp kalmıştım. Çok büyük bir vicdan azabı hissediyordum. Belki bilerek yapmamıştım hiçbirini ama sonuçları olabileceğini de düşünmemiştim. Ne kadar bencil davranmıştır öyle. Hissettiğim acıdan, suçluluktan, kaygıdan başım ağrıyordu. “Başımın ağrısı geçsin” cümlesi geldi dilimin ucuna. Söylemedim. Birine ömür boyu sürecek migren vermek istemiyordum. Belki de başlarından olurlardı. Bunun yerine kalkıp ağrı kesici aradım. Evde hiç yoktu. Hatta evde hiç ilaç yoktu. Ne pahasına acaba? Bu sefer kalbimde bir sızı hissettim. Kollarım uyuşuyor, nefesim daralıyordu. Panik atak mıydı bu yoksa kalp krizi mi?Alt kattaki eşime “bana yardım et” diye bağıracaktım. Ağzımı açtım ama anında vazgeçtim. Ya bana yardım edildiği için çok daha kritik durumdaki biri yardımsız kalırsa? Bayılmadan önce zihnimden geçen son düşünce buydu.

Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Eşim başımda duruyordu. Doktorun “Önemli bir şey değil, panik atak geçirmiş. Terapi alması iyi olabilir kaygı için.” Diyip odadan çıktı. O çıktıktan sonra eşim bana baktı. Gözlerimi açtığımı görünce hızla yanıma geldi. “İyi misin? Ne oldu da böyle oldun? İyi olmayı neden istemedin o an?” Diye sordu. Başım hala hafif dönüyordu ama olanları anlatmak için kendimi toparlamaya çalıştım. Yattığım yerden doğruldum. Ağzımı açtım, tam cevap verecektim ki o an gelen bir berraklıkla geri kapattım. Bir daha asla konuşmayacaktım