1
Fatih Amasra’yı fethetmişti ve eski Ceneviz kilisesini şimdi camiye çevirtmişti. Adet gereği kılıç hakkı olan bu camide, şehri fetheden ilk hutbeyi…
BZZZTTPPP…
Üzerinde mavi çuhaya benzer bi kumaştan pantolonu, ağzında sakızıyla bir genç cemaatin ilk safının hemen üzerinde, bir iki metre yükseklerinde belirdi ve pıtırt diye yere düştü. Muhafızlar silahlarına davrandı, adamı öldüreceklerdi, ama halılar kan olmasın diye onu karga tulumba bir kenara paketlediler. Padişah olayları görmemiş gibi davrandı, suikastten hafif korkmuştu, ama belli etmedi. Hutbeyi okumaya başladı.
Fatih besmele çekmeye çalıştı. “Bigismigi…” Çekemeyince tövbe estağfurullah çekmeye çalıştı, daha kısık sesle, “Tögövbege…” Çekemeyince etrafına baktı, terledi, en öndeki askerlere baktı, “Tiz vurun kellesini…” demeye niyet etti ama, “Tigiz…” deyince la havle diyesi geldi ama diyemedi “Laga hagavlege” dedi. Askerler onu duymasın diye öksürür taklidi yaptı. BZZZTTPPP diye yeni bir ses çıktı ve kayboldu adam, Fatih de minberden indi, askerler korktu, kimisi iki yana açıldı, kimisi de sultana bir şey oldu diye peşinden koşturdu.
2
Hastayı kaybettik. Yani ölmedi. Kayboldu. Bilinci açılır açılmaz sanırım anestezinin de etkisiyle şarkı söylemeye başlamış. Gesi bağlarında dolandığını iddia etmiş. Ağzından dolanıyorum kelimesi çıkar çıkmaz birden kaybolmuş. Of offfff kısmında ben de oradaydım, yakınlarından birisi “Sus Ferhat doktor geldi” diyince hasta mahmur mahmur “Doktor gelmedi.” dedi. Meğer gelmemiş gibi oldu. Ama yani. Birden bir bakıyorum odamdayım aslında gitmemiş miyim. Elimde günlük kontroller için tuttuğum kâğıt kalem, üzerimde önlük, ama odamdayım. Hem de evdeki odamda. Arabaya atlayıp işe gittim, “Nerdesin?” demediler, çünkü hastanın kaybolması daha ciddi bir meseleydi.
Hastanın adı ne? Fatih.
3
Kayseri’den döndükten sonra annesiyle birlikte bir hocaya gittiler. Hoca güzelce meseleyi açıkladı. Allah kimisine böyle keramet verirmiş, ancak kerametin kendinden menkul olmadığını bilmek gerekirmiş. Her konunun, gülüyor burada, şampiyonları varmış, mesela halterciler halterin nereden tutulacağını nasıl biliyorlar, kerameti nasıl kullanırsın, kime duyurursun, kimden saklarsın, bunların hepsini en iyi kendisi gibi hocalar bilirmiş. Bu kerameti herkese de söylememek gerekirmiş, çünkü bir adamın kendisine bahşedilen kerameti herkese duyurması, bir adetli kadının hayız kanını herkese göstermesi gibiymiş. Burada Fatih’in annesi Kerime Hanım kıpkırmızı oldu, o kıpkırmızı olunca Fatih, hocanın terbiyesiz bir şey söylediğini anladı. Adama baktı ve “Senin bütün bu söylediklerin doğru değil” dedi. Akabinde adam birden rezil rüsva bir yalancı oldu, söyledikleri de uydurmasyon oldu. Adamın ağzı açık kaldı, ne diyeceğini bilemedi, çünkü her ne söylerse tek bir kalemde yalana dönüşme ihtimali var. O an imanına sarıldı, “Allahü alem” dedi, sustu.
4
Hastaneye geri çağırdık. Annesiyle geldi. “Hoşgeldiniz.” dedim, “Hoşbulduk” dedi. Der demez odanın havası bir değişti, safran çiçeği kolonyası kokusu, yavruağzı bir ışık, ufak dalgalanmalar. Bir devlet hastanesinde değilmişiz de beş yıldızlı bir otel lobisindeymişiz hissi. Gülümsedi Fatih. Huzur dolu bir bakışla baktı bana. “Sizi herhalde istemeden eve yollamışım.” dedi. “Önemli değil.” dedim. “Kendimi de Gesi’ye yollamışım.” dedi, güldü.
5
Seviyor. Sevmiyor. Seviyor. Sevmiyor.
Kalbi açıp açıp kapanıyor kızın psişesi yeniden başlatılıyor. Her seferinde. Fatih’i düşününce gözleri yaşarıyor önce, sonra öğüresi geliyor, gözleri yaşarıyor öğüresi geliyor.
6
Bu hikâye gerçekten yaşanmıştır.
7
Herkeste azar azar olan bir yetenekten bahsediyoruz. Bir nevi İstatistik meselesi. Olasılık sıfır değilse bire daha yakındır, çünkü bazen gerçekleşir, gerçekleştiği bütün evrenlerde geriye baktığında yüzde yüzü görürsün. Tıpkı bunun gibi ellerini açıp dua ettiğinde de. Her seferinde kabul olmasa ve sonucu görünmese de. Yaratılışın stilini kullanmış, kullanabilmiş oluyorsun. Fatih de kategorik olarak bizle aynı yerde duruyor. Sadece daha şanslı. Çünkü kabul oluyor bütün duaları.
8
Üstteki cümlenin söyledikleri tamamıyla yanlış. Çünkü Fatih dua etmiyor sadece konuşuyor, isteyip istememesi konuyla alakalı değil. Basit fikirleri var Fatih’in, derinlere inen tutkuları yok, konuşurken ne istediğini bilerek konuşmuyor. Buna dua denmez.
Pansumanını yaptıktan sonra ona durumu açıkladım. Şöyle bir baktı, “Demek ne söylesem gerçek oluyor ha?” dedi. “Yani şimdiye kadar öyle oldu.” dedim. Dışarıya baktı. “Hava karardı.” dedi. Hava birden gerçekten de karardı. Saate baktım, saat aynıydı. “Saçlarım yeşil.” dedi. Saçları yeşildi. Yeşerdi değil. Hep yeşilmiş, hep yeşildi. Birden annesi Kerime Hanım ve kendim adına korktum. Aklına bize dair bir tanım gelirse ne olurdu. Kestirilebilir bir şey değil, bir değişim olursa fark edeceğim dahi şüpheli. Bana baksa, parmağıyla beni gösterse, “Gerizekâlı.” dese meselâ.
Çok konuşmayan, çok düşünmeyen, çok arzusu olmayan bu delikanlının kazandığı “süper gücü” ona söylemesem her şey güvendeydi. Ama bir kere söylemiştim ve şimdi belli değildi napacağı.
Aylardan Mayıs. Günlerden 29’u. Sol tarafımda sesi kısık bir televizyon fetih şenlikleri hakkındaki bir haberi gösteriyor. Fatih kafasını kaldırdı. Birden bir kitaptan okuyor gibi ciddi bir ifadeyle,“İstanbul’u fetheden Sultan İkinci Mehmet’e, Fatih Sultan Mehmet de denir.”
Sonra hızını alamadı.
“Sultan Mehmet bir gün boyunca kuşdiliyle konuştu. Ben de oradaydım ve her şeyi gördüm.” dedi. Sonra hiçbir şey değişmedi. Fatih’e zaten Fatih demiyor muyduk?
9
Terliklerim su geçirmez. Ağaç yaşken eğilir. Altıdan sonra yedi gelir. 3d yazıcılar da ne kadar pahalı. Şairlerin hepsi ahmaktır. Orasının adı Filistin. Karnım acıktı. Saçlarım yavruağzı, hayır mor. Gökkuşağının içinde otuz yedi renk vardır. Fatih Sultan Mehmet’in babasının adı Murat’tır. Göçmen kuşlar Türkiye’nin üstünden geçerler. Geçmesinler mi? Geçsinler.
Fatih evde aylak aylak pinekliyordu. İş aramayı bırakalı çok oluyordu. Ama aklına “Güzel bir mesleğim var, şöyle itibarlı, haşmetli, kaymaklı.” demek gelmemişti. Onun yerine suya sabuna dokunmayan önermelerle harcıyordu vakti. Türkiye’nin başkenti Kamçatka diyordu meselâ. Sonra kare bulmaca dergisi almıştı, içini saçma sapan doldurmuştu, soruları ve cevapları sesli okuyunca hepsi doğru olmuştu. Ama aklına kendi hayrına bir şeyler söylemek gelmemişti. İş bulmak bir yana, meselâ “Önümüzdeki üç ay ev sahibimiz kira istemeyecek” demek bile gelmemişti.
Kendisine nasip edilen bu “güç” her ne idiyse olabilecek en yanlış kişiye gitmiş gibiydi. Ama belki de olabilecek en doğru kişidedir. Belki her şeyin salahiyeti için tam da böyle olması gerekiyordur.
Kapı çaldı. Fatih annesine seslendi. Annesi içeride yok. Kapıya baktı Fatih. Kapıda eli yüzü düzgün bir insan vardı. Eli yüzü düzgün, ama bundan utanan bir insan. Bu yüzden katman katman siyahlı beyazlı boyalar, makyajlar, ütülenmiş saçlar, zincirler, ağlar, fileler ve hayattan nefret ediyorum bakışı ile saklanmıştı bu düzgünlük. Fatih karşıdakini sevilebilir buldu. Çat kapı buraya gelmesini, kapıyı açtıktan sonra kendisini açıklamamasını sorgulamadı. İçeri buyur etti onu.
İçeri girip oturunca “Operatör Doktor Ahmet Boztekin’in kızıyım.” dedi kız. Fatih de ona elini uzattı. “Ben de Bulaşıkçı Kerime Uysal’ın oğluyum. Çay koyayım mı?” Kız başıyla onayladı. Fatih adını söyledi kızın adını sordu. “Jale” diye yalan söyledi kız, ama Fatih “Demek adın Jale” diyince boşa düştü yalanı. Adı Jale’ydi artık. “Neden geldin Jale?”
Mutfağa geçtiler, Fatih çayı koydu. Kız gerçeğin içine konulmuş kara bir ünlem işareti gibiydi. Daha üzerinden kahvaltılıkların kaldırılmadığı masanın kenarına iliştiler.
“Ben senden bir şey istemeye geldim Fatih.”
Bakışıyla cevapladı onu bizimki.
“Şu kâğıtta yazanı okur musun?”
10
Bu hikâye gerçekten yaşanmamıştır.
Ve hiçbir şey gerçek değildir.
Gerçekliğin kendisi de yaratılmamıştır.