kan grubuma
“Kendini tam ifade edemediğinde kafana kaldırıp taş bile vurabilirsin. Kan sızınca başlarını sana çevirirler. Eğer ağzından inleme benzeri sesler de çıkarırsan bir süre daha sana dönük olur yönleri. Ama tam dönük değil. Gitmeye hazır bir dönüklük.” Bunu dedikten sonra midesi bulanmış gibi oldu. Bazen bazı konuları düşününce ve konuşunca midemiz bulanır. Sola tükürdü. Sağa tüküremezdi.
“Değil mi?” diye söze girdi önde oturanlardan biri. “Çok da sürmez ama bu. Seyir zevkinin yüksek olduğu anlarda izleyip, sonra çekip giderler. Yine kendini tam ifade edememiş olursun. Mesela ben kendimi yüzde kaç ifade edebiliyormuşum, yeniden ölçebilir misiniz?”
“Yaklaş.” anlamında el işareti yaptı topluluğun başkanı. Yardımcıları makineyi hazırlamaya koyuldular. Acemi bilim kurgu filmlerindeki aletlere benziyordu makine. Kafasına, kalbinin üstüne bir şeyler yapıştırıp hazır hâle getirdiler. Makineye bağlantısı tamamlandı. Eline de bir metin verdiler. Okudu ciddiyetle kendi kendine. Metin, âşık olmanın tekinsizliği üzerineydi. Yüzü buruştu. Canı sıkıldı. Nasıl da biliyorlardı kime neyi okutacaklarını. Yine de dayandı. Bitirince kâğıdı yardımcılara uzattı fersiz fersiz. “Evet,” dedi başkan, “Anlat bakalım. Ne diyor Stradamus Efendi aşka dair?” Makinenin cızırtıları başladı. Huzursuz kıpırdandı, anlamıştı anlamasına ama şimdi nasıl demeliydi? Az önce okuduklarıyla gerçek hayatın dediklerini bütünleyemiyordu kafasında. Stradamus Efendi, geniş kalbiyle âşık olup durmuş, karısını sevmiş. Hatta bazen belli ki başka kadınları da sevmiş biri izlenimi veriyordu. “Şimdi ne desem yalan olur.” diye başladı söze. Makine gürüldedi. “Ama sanırım burada yazılanlara pek katılmıyorum. Dara düşünce âşık olunur mu hiç?” Topluluk, hüzünle güldü. Baktı şöyle her birinin suratına. Bir salon dolusu kadına. Kimisi dara düşünce âşık olmuştu galiba. Devam etti: “Stradamus Efendi, ne herze yemeye bu kadar âşık olmuş acaba? Okurken düşündüm, dişe dokunur bir cevap bulamadım. Öyle bir anlatmış ki çapkın da diyemiyorum. Sanki çok yenilince dokunan tatlı bir şeyden bahsediyor.” Topluluk yine hüzünlendi. Kimisi karınlarını tuttu. Galiba onlara da zamanında dokunmuştu. “Başka diyecek bir şey bulamıyorum. Bunaldım zaten. Bu konuyu da benim için kim bulduysa buradan ona gerekli şeyleri içimden söyledim.” Makine, ölçümünü tamamlamıştı. Başkana ölçümün sonucunu getirdiler. Kalabalık, merakla homurdandı. O da meraklandı tabii. Acaba bu sefer kendini anlatabilme oranı yükselmiş miydi? Başkanın yüzünden anlam çıkaramadılar. Çünkü başkanlar, biraz da bu yüzden başkan olurlar. Biraz sonra yerine geç diye işaret etti.
“Yüzde yirmi ancak ifade edebilmişsin kendini.” dedi. “Altı ay önce yüzde on yediydi. İlerleme var. Ama yavaş. İnsanlığın sonuna kadar ne kadar geliştirebilirsin ki? Ne dersin, seni de alalım mı artık bağışçı kısma?” Topluluk sustu. Gözler ona çevrilmişti. Sanki bir ödül töreni. Kararını vermişti ama vakit kazanıyordu. Korktuğundan değil. İstemediğinden değil. Kararının vakarından. Aceleyle söylenmiş cümlelerin bereketsizliğine inanırdı. “Tamam,” dedi. “Bağışçıların arasında olmak istiyorum ben de.” Topluluk ve başkan alkışlamaları gerektiğini biliyorlardı. Hemen alkışlamadılar. Ana büyü katmak istediler. Önce biri alkışladı. Sonra bir diğeri. Derken derken sanki bir şef tarafından yönetilir gibi aynı ritimde ve aynı coşkuda alkışladılar uzun süre.
Bu ayın bir diğer ölçüm yapılacak kadınına geldi sıra. Eline, Güherî’nin mesnevisinden bir parça verdiler. Sabır üzerineydi. Kadın, okumaya başlayınca yüzü asıldı. Sabrını epey denemişti zaten. Epey denemişlerdi. Bir de şimdi edebiyatın afili sözleriyle kanatmanın bir anlamı var mıydı? Serzenişini anlamsız buldu. Burada olmaktan mutluydu. Devam etti okumaya.
“Sabr iden kişi yutar da dikeni
Pamuk yiyor sanır onu göreni
Sabırsız dahi ayağına toz ursa
Geçmez sanır ateşi deniz ile yusa”
Makine getirildi. Yerleştirildi. Başkan, başıyla hadi anlat, diye işmar etti. Boğazını temizledi. Sessiz topluluk ona bakıyordu. Makine ölçümüne başladı. “Anlaşılan Güherî denilen bu beyin sabırla pek işi olmamış. Rahat bir ömür sürmüş.” Burada başkan söze girdi: “Beş çocuğunu hummada kaybetmiş. Hanımı da çocuklarına dayanamayıp ince hastalıktan ölmüş. Köylerini Moğollar basmış. Taş üstünde taş, vücut üzre baş bırakmamış şerefsizoğluşerefsizler. Şimdi yeniden tart dediklerini.” Yutkundu. Diken değil dikenler yutmuş meğer, diye düşündü. “Allah ona merhemlerin en büyüğünü sürmüş o zaman.” dedi. “Allah kulunu sınar. Kul düşer, kalkarken suratı ve ağzı nasıldı, o önemli. Güherî gülerek kalkmış. Kabul etmiş. Sırtı belli ki yara bağlamış ama bağırarak yarasını işaret etmemiş. Sabır, benim avucumda hiç durmayan bir şeydir. Hep kayar. En son elime geri gelmeyince de işte burada buldum kendimi. Sabır, kimisine geç gelerek onun saçını başını ağartandır.” Başından örtüsünü sıyırıverdi. Kar gibi saçlarına bakakaldı hepsi. Makine sakinledi, homurtusu kesildi. Yine aynı düzende alkışladılar. Şak. Şak şak. ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK ŞAK.
Başkan, yerine uğurlarken yardımcıları ölçüm sonucunu getirdiler. Başkanın yüzü memnuniyetle doldu. “Yüzde seksen,” dedi. “Son ölçümde yüzde kırktı. Şimdi yüzde seksen. Ama bu, en sonun iki katı demek değil. Daha fazlası. Artık hayata karışabilirsin. Bize veda vaktin geldi.” Şimdi gözler ondaydı. Yavaşça ayağa kalktı. “Yine de onlara çok güvenemiyorum. Kan bağışçısı olayım. Güvencem olsun.” dedi. Başkan, anlayışla başını salladı. Yine alkışladılar.
Bu toplantı da sükunetle sona erdi. Yaklaşık iki yüz elli kadının kendini ifade edişleri ölçüldü. Oranları yüksek çıkanlar bile ayrılmadılar topluluktan. Burayı seviyorlardı. Kimsenin onlardan haberi yoktu. Onların herkesten haberi vardı. Kendini İfadede Güdük Kalanlar Cemiyetinin bu uysal üyeleri, yerlerini yadırgamıyordu. Kavgasız, amasız, ön yargısız dağıldılar. Evlerine döndüler. Sokaklarına tırmandılar. Bakkalların, manavların yanından geçip çarşı merkezlerine uğradılar. Tıklım tıklım otobüslere binip yorgun ve anlamsız yüzlerin arasında kayboldular. Sokak lambaları teker teker yandı onlar yürürken. Başıboş itler, yağmurdan sırılsıklam olmuş tüyleriyle uyuz uyuz dolanıyorlardı şehirlerin göbeklerinde. Kendine yol bulan yağmur suyu, mahalleler aştı. Çeri çöpü başka yerlere taşıdı onlar da kaygılarını yine evlerine taşırken. Nereden geldiklerini yine soran olmadı. Bu yüzden yarım kalmışlıklarına çabuk adapte oluyorlardı. Rollerini üstlerine geçirip sırlarını baza altına itelediler.
Kan bağışçısı olmayı kabul edenin hemşir kocası kapıda karşıladı onu. “Yine bugün manyağın teki elli böbrek, elli karaciğerle geldi hastaneye.” dedi karısına. Kadın, başını kaldırmadan: “Hoş bulduk,” dedi. “Ben de iyiyim.” Adam iştahla anlatmaya devam etti. “Her şeyi de yasal yapıyor. Bağışçıların rızaları var. Maddi durumları yerinde. Anlamıyorum, bu kadın kasap gibi toplayıp toplayıp geliyor organları.” Kadın: “Günüm güzel geçti. Haftayadan itibaren de epey hafifleyeceğim ama.” Adam, hafiflemek deyince durdu: “İyi olur,” dedi. “Kilo almıştın. Sonunda niyetine aldın demek zayıflamayı. Neyse, başhekim de şaşırıyor. Evet, en büyük hastanelerden biriyiz ama bu sefer de organlar, kanlar geldikçe nakil olacaklar çoğalıyor. Bak bu hafta iki nöbet daha yazdılar bana.” Kadın, sessizce güldü. Adam bunu da görmedi. “Polise bildirdik, geldi baktı. Her şey yasal. Kadının işi gücü de var. Ama benim adım da Recai ise ben bu kadının peşini bırakmam.” Kadın, adama şöyle bir baktı. Adam cümlesini düzeltti: “Peşini bırakmam derken ne nane yiyor onu öğrenmek için bırakmam hanımcığım. Ama bağışçıların hepsi kadın.” Biraz durdu: “Yahu bunlar, feminist çete olmasın sakın? Feminist organ çetesi.” Gürültüyle gülmeye başladı. Karısı da bir saat önceki toplantıyı düşünüp kocasından daha çok gülmeye başladı. Adamın gülmesi bitince baktı ki karısı duramıyor: “Acıktım.” dedi. “Dünden kalanları ısıttım. Hadi yiyelim.” Kadın, önce odasına geçti. Kollarını sıyırdı. Damarlarına baktı. Elinin üstüne baktı sonra. Babasına çekmişti. Damarları belirgindi. Tam alnından geçen sinirlenince, heyecanlanınca kabaran damarını görmeye çalıştı. Şimdi saklanmıştı. Birazdan belki ortaya çıkardı. “Feminist çete ha,” diye kıkırdadı. Saçlarını açıp onlara baktı bir süre. Boyamak aklının ucundan bile geçmiyordu. Kocası bir iki kere duyurmuştu ama neticede saç onun saçıydı. Beyazı da severdi. “Feminist çetenin” bu ak saçlı üyesi, mutfağa geçerken bugünkü dizeyi tekrar edip duruyordu içinden: “Sabr iden kişi yutar da dikeni/ Pamuk yiyor sanır onu göreni”
Recai, gerçekten de peşini bırakmadı bu işin. Pazartesi oldu mu aynı kadın geliyor, organları hassasiyetle hastaneye bağışlayıp gidiyordu. Torba torba kanlar, böbrekler, karaciğerler, hatta gözler bu acayip kadının arabasından inip umut oluyorlardı nice hastaya. Oluyorlardı olmasına ama bu durum kulaktan kulağa da yayılmaya başlamıştı. Hastaneye nakil başvuruları zaten zirvedeydi. Üstelik nakil olanlar ya da kendisine kan takviyesi yapılanlar hiç olmadıkları kadar zinde ayrılıyorlardı hastaneden. Ülke dışından bile namı duyulmuştu bu bağışçının. Recai bir gün yakaladı hastanede kadını. Kurcalamaya çalıştı. Kadının ağzından tek kelime çıkmadı. Organları bıraktı çıktı. Recai de peşinden çıktı. Sabahtan iznini de almıştı. Kadını arabasıyla takibe başladı. Fark edildi tabii. Hemşir olduğunu unutup kendisini Jemis Bond sanınca anında yakalandı. Kadın arabadan indi. Recai direksiyonda kaldı. Kadın, camı aç diye işaret edince Recai arabasını gazladığı gibi uzaklaştı. Akşamına kadını nasıl takip ettiğini ama kadının izini nasıl kaybettirdiğini anlattı karısına. Karısı hâlsiz kanepede uyukluyordu. Kolunu fark etti sonra: “Ne oldu, kolun morarmış. Kan mı verdin sen?” İnkâr etmedi kadın. “Evet,” dedi. “Mesaj gelince dayanamadım. 0 Rh+. Genç bir hastaya acil lazımmış.” Üstünde durmadı adam. “Şekerli su iç.” dedi çıktı odadan. Kadının içmem dediğini duyamadı.
Kendini İfadede Güdük Kalanlar Cemiyeti, kanlarını ve organlarını sessiz sedasız bağışlamaya devam ettiler. Günden güne arttı sayıları. Üstlerine gizli bir perde çekmiş gibiydiler. Dünyanın bu en sessiz ama belki en yakıcı derdine hem de bu kadar konuşanın olduğu bir yerde tutulanlar, parça parça hediye ettiler kendini insanlara. Gözünü bağışlamıştı mesela biri. “Elli yaşındayım. Aklım erdiğinden beri anlatıyorum, yine anlatamadım kendimi. Ne çocuklarım ne eşim. Suratıma anlamsızca bakıp ne diyorsun senden başka kelam etmediler. Gözlerimi verin. Gözlerim anlaşılmaya belki doyar.” diyordu cemiyetin başkanına.
Recai bir gün eve erken geldiğinde karısını evde bulamadı. Baktı ki şifonyerin üstünde kanlı pamuk parçaları. Baktı ki yerde küçük bir kart. İçindeki Jemis Bond kamçıladı Recai’yi. Zaten karısında bir hâller vardı nicedir. Dalıp dalıp gitmeler. Halsizce yığılıp kalmalar. Hemen atladı arabasına. Karttaki adrese gitti. Hiç bilmediği semtin sokaklarında dolandı, buldu adresteki yeri. İki katlı binadan içeri girerken tedirgindi. Karanlık bir koridordan geçerek basamakları tırmandı. Boğuk boğuk sesler geliyordu. Kalabalığın olduğu belliydi. “Ne işler çeviriyorsun sen kadın ne?” diye hiddetlendi. Cemiyet, yaklaşan Recai’nin farkında değildi. Olağan toplantılarının birinde yine kendilerini tamam etmenin derdindeydiler. Aralarına yeni katılanları karşılamışlardı. Bağışçılar belirleniyordu yine. Ta ki Recai gelip topluluğun ortasına dalana ve kendini sahneye atana kadar. Baktı ki sahnede o kadın. Sahneden oturanlara baktı ki karısı. Ve bir salon dolusu şaşkın kadın. Recai ürktü ürkmesine ama kuyruğu dik tutmalıydı. “Ne yapıyorsunuz siz burada?” diye bağırdı etrafında dönerek. “Sen bunları korkutarak organ mı çalıyorsun ha yasa dışı kadın?” diye yürüdü başkanın üstüne. “Ya sen? Buraya gelip gelip kan bağışlıyordun değil mi? Yahu deli misin sen?” diye tükürüklerle bağırdı karısına. Karısı ayağa kalktı. “Kırk beş yaşındayım.” dedi. “Yirmi beş yaşından beri evliyiz. Tam yirmi yıldır sormuyorsun. Sorduğunda dinlemiyorsun üstelik. Şimdi sana desem ki evet deliyim, bunu da duymayacaksın. Öyle değil mi?” Recai, karısı konuşurken cidden de yönü başka tarafa kaymış, tuhaf görünümlü makine dikkatini çekmişti. Başkan, bunu fark edince: “Kendinizi yüzde kaç ifade edebiliyorsunuz, ölçelim mi?” diye soruverdi. Recai, alaysı gülümsedi. Makineye yaklaştı. Söktü fırlattı kablolarını. Bir tekmeyle yıkıverdi. “Yüzde yüz.” dedi. “Mesela şimdi ne demek istediğim açık değil mi?” Salondan çıt çıkmıyordu.
Recai, karısına baka baka sahneden inerken ayağı kablolardan birine takılıverdi. Sonra da küt sahneden aşağı yuvarlandı. Karısının kolundan tutup götürmeyi akıl edemedi utancından. Toparlanıp çıkarken gürültülü bir kahkaha bıraktı gerisinde. Polis ekiplerini peşine takıp cemiyetin binasına getirmeye çalıştı. Yerini bulamadı. Eve geldi, karısı mutfakta fasulye ayıklıyordu. Hadi, dedi. Sizin şu saçma sapan cemiyetin adresini tarif et. Ne cemiyeti, dedi kadın şaşırarak. Ne cemiyeti olacak, anlaşılamamış bilmem kimler mi ne adınız. Oraya. Hadi. Kadın boş boş baktı adamın suratına. Recai, hatırlamadığına ikna oldu. Ama nasıl hatırlamazdı? Daha bu sabah orada görmüştü.
Kendini İfadede Güdük Kalanlar Cemiyetinin üyelerine böyle durumlar için hafızayı kısa süreli sildiren ilaçlar verilirdi. Neticede insan olmak, zaaflarla donanmak demekti. Böyle bir sır, insana emanet edilir miydi? Recai, karısının fasulye ayıklamasını izledi bir süre. Kendini ifadede güdük kaldığını hissetti. Her gün sordu. Cevap alamadı. Anlamsızca bakıp duruyordu karısı.
Kadınlardan oluşuyordu topluluk ama belki erkek kolları da vardı. Yerini bir hatırlayabilseydi muhakkak o da dâhil olacaktı.
Fatma Ünsal
*Metindeki kişiler ve eserlerinden alıntılar zatımca uydurulmuştur. Elime sağlık