Ben Neşe. Adının aksi, kaderinin sillesi Neşe. Dokuz kardeşten en büyüğü, ailesinin ilk tomurcuğu, omuzlarındaki sorumlulukları artık taşıyamayan Neşe. Daha küçüktüm bana çalışmanın erdemini öğrettiklerinde. Sonra baktım ki boş geçen anlarım vicdan azabı olmuş, durmadan çalışmak işlemiş her zerreme. Önce kendimdim sorumluluğum, aklım ermeye başladıkça ben benden geriye alındım, kardeşlerim oldu yeni mesuliyetim. Ablalık gerçekten ikinci annelikmiş küçük yaşta öğrendim. Vakti geldi büyüklerimizden daha çok saydılar beni, yahut benden kalanı. Büyüdükçe arttı işlerim, annemin yükünü sırtlandım yavaşça omuzlarıma. Babamın otoritesine, gösteremediği sevgisine sığdırdım tüm çabalarımı. Bazen göremedi gözleri herkese yetmeye çalıştığımı. Bazen durup baktılar benden yitip gidene, ellerinden bir şey gelmedi zannımca, derin bir iç çektiler yalnız. Hoş, suçlamıyorum artık onları. Bu taşları tek tek ben diktim hayatıma. Ancak kendimden verdikçe, çalıştıkça takdirin kazanılacağını düşündü çocuk aklım.
Ben Neşe. Otuzlarında, saçları omuzlarında, gözlerindeki ışıltısı solmuş Neşe. Artık omuzlarındaki yükü somutlaştıran beyaz önlüğüyle Medeniyetin Başkenti Konya’da, bir Devlet Hastanesinde kendinden başka herkese şifa olmaya çalışan Neşe. Fark etmek sihirli bir değnek değilmiş; daha yürünecek, hatta belki koşulacak o yolun ilk büyük adımıymış. İnsanın kendisiyle barışması frene yavaş yavaş basmasıylaymış. Makineye fazla yüklenildiğinde makine yanarmış. Bana yolumun ilk ışıklarını mesleğim tuttu. Çalışıp çabalamanın kendinden sürekli vermek olmadığını öğretti hayat, hâlâ öğreniyorum. Ve eminim son nefesime kadar da bitmeyecek derslerim. Hayatın ilginç bir espri anlayışı var. Yine başkaları için çıktığım yolun oklarını bana doğrulttu bu kez. Ruh sağlığı alanında çalışanlar kendilerininkini korumakta zorlanır derler. İçine daldıkça kendimdeki çarpıklıkları görmek mecburiyetinde kaldım. Kural 1: Gördüğünüz hiçbir şeyi kendinizde aramayın. İnsana bir şey söyleyip sonra ‘onu düşünme’ demek ona bunu düşünmesi için altın tepsiyle sunmakla eş değer. ‘Pembe fili düşünme, özellikle çok pembe olanı.’ Artık zihninizde pembe bir filiniz var. Bastırmaya çalıştığımız şeyler tam olarak böyle. Zarifoğlu ‘Çünkü insan bastırdığı duyguların esiri olur’ der; Psikolog L. Feldman Barrett bundan ‘Hissetmek inanmaktır’ diyerek bahseder. İşte bu olgu, afektif gerçekliktir. Beyin arka plandaki hisleri yorumlayıp mevcut kararla ilgiliymiş gibi reaksiyon gösterir. Biz bastırdığımızı sanarken aslında bu bastırılmışlık mevcudiyetini arttırır.
Ben Neşe. İşinin ehli, kaderin bir tenakuzu Neşe. Bugün hastanede garip bir hareketlilik var. Sabaha karşı biri acil servise birkaç torba kan bırakmış diyorlar. Bırakan kişi yüzünü ustalıkla hiçbir kameraya göstermeden çıkıp gitmiş, yalnız arkasında tuhaf bir işlemesi olan siyah kapüşonu görünüyor kayıtlarda. Teraziyi sarmalamış yılan motifi. Yılan hem tüm teraziyi sarsmış hem de hazneleri başı ve kuyruğuyla dengede tutuyor. Hayatın dengesini bir şekilde bulacağını simgeliyor sanki. Hiçbir görevli ya da hasta torbayı bırakan kişiyi tanımlayamadı. Dedikodular yayılmaya başladı. Hastane yönetimi torbaları ne yapacağını tartışıyor. Bazıları testlerden geçirip uygunsa kullanıma dahil edilebileceğini söylerken bazıları alım koşulları hakkında bilgi sahibi olunmadığı için böyle bir şeye kalkışmanın etik olmadığını söylüyorlar. İlginç ki torbalar bu konuda bilgisi olmayan birinin başaramayacağı kadar özenli hazırlanmış. Yönetim net bir karara varamadı, bu konu hakkında yeniden bir görüşme yapılacağı söylendi. Toplantıdaki tek gelişme ona bir isim vermeleri oldu: Bağışçı. Çalışanlar kendi aralarında olayın yeniden tekrarlanıp tekrarlanmayacağını konuşuyorlar. Bence devamı gelecek. Kimse onu bilmese de o bütün ışıkların ona döndüğünü farkında. Anonim de olsa var olduğunu göstermek istedi. Bu Bağışçı’nın yolculuğunun ilk göstergesiydi.
Yetkililer ilk bağışları uzun süreli testlere soktular. Kanların yüksek ihtimalle tek bir kişiye ait olduğu düşünülüyor. Altın kan, 0 Rh (-). Hayatın ilginç bir espri anlayışı var demiştim. Testlerde ilginç bir detaya daha rastladılar. İnsan vücudunda immün sistemi doğrudan inhibe eden bir antikor. Normal şartlarda vakalarda nadiren görebileceğimiz bir molekül bu. Bağışçı’nın bıraktığı kanlarda normal seviyenin çok üstünde tespit edildi. Yönetimin yeni kararı bu nadide örneğin onlara güvenilerek teslim edildiğini belirten bir basın açıklaması yapmak oldu. Açıklamada antikorun kan plazmasından ayrıştırılarak birçok hastalığa çözüm olabileceğinden ve Bağışçı’nın daha fazla numune vermesi durumunda bunun ülkemizde açacağı çığırın boyutunu hayal dahi edemediklerinden bahsettiler. Onu işaret eden tüm bu ışıklar hoşuna gitse de bu kadar aydınlıkta yeniden ortaya çıkmayacağını biliyorum.
Haberler Bağışçı’yla çalkalanıyor. Programlara sık sık Bağışçı olduğunu iddia eden kişiler bağlanıyor. Bağlananların hiçbirinin o olma ihtimali yok. Bu kadar çabuk kimliğini açık etmek isteseydi en başında yakalanmayacağını garanti altına almazdı. Basın açıklamasında antikordan bahsedildiğinden beri bir hayran kitlesi bile oldu. Bizim ülkemizde bilinmeyen şeyin yüceltilmesi anlaşılamayacak bir şey değil. Hakkındaki teoriler ivediyle artıyor. Neden Konya, neden bu hastane, neden kimliğini gizliyor, bu işte bir ortağı mı var?...
Bugün tam bir hafta oldu. Hâlâ ortaya çıkmaması umutları biraz köreltti. Üzerindeki dikkatin dağılması ve güvenliğin azalması için vakit kazanıyor. Bence yani. Birkaç gün içinde yeniden ortaya çıkacaktır. Bunu bir iş gibi belli günlere dökecek mi merak ediyorum. Hem bu kadar anılmak isteyip hem kendini bu kadar iyi saklama çabasını anlamlandıramıyorum. Çok tanıdık, benim yapacağım bir şey gibi. Belki de kafamda fazla kuruyorum. Ama bunun denek olmakla bir ilgisi olmadığını varsayıyorum. Şimdiye kadar onun plazmasına benzer bir numune kaydı alınmaması onu daha da gizemli kılıyor. 0 Rh (-), nadir görülse de ben de dahil çok sayıda örneği varken ona benzer hiçbir sağlık kaydının olmaması kafamı karıştırıyor. Bir insan hayatı boyunca hiç mi hastaneye gelmez? Hiç gelmeyen birinin kameraların konumlarına bu kadar hakim olması olası değil. İncelemeye gelen polis ekipleri kayıtlarda hiçbir senkron davranış göremediklerini söylediler. Öncesinde analizlerini nasıl yapıyorsa bu konuda epey başarılı. Neden düşüncelerimi bu kadar meşgul ediyor bilmiyorum. Belki de kendime biraz fazla benzetiyorum. Kural 2: Empatiyi sempatiye çevirme.
Geldi. Acil servisin en yoğun olduğu saatlerde yeni bağışlarını küçük bir çocukla danışmaya iletmiş. Zekice bir hamle. Çocuk ekiplere yüzünü göremediğini ama ona çantayı buraya getirmesi karşılığında üç haftalık harçlığı kadar para verdiğini söylemiş. Kendi başına bağışlarıyla iyilik yapabilecekken üstüne bunun için para vermiş olması kafamı daha çok karıştırdı. Onu hem bu kadar iyi anlayıp hem de anlayamamak düşüncelerimdeki yerini büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Her hafta farklı günlerde hastaneye farklı yollarla bağışlarını iletiyor. Haberleri ülke çapında sükse uyandırmaya devam ediyor. Çok sayıda analistle kişiliğini ayırt etmeye çalışıyorlar. Onun gibi düşünebilmek için onu anlamaları gerek. Onu bu kadar iyi tanıyormuş gibi hissetmek tüylerimi diken diken ediyor. Araştırma bulguları kendimi onunla daha çok bağdaştırmama sebep oluyor. Analistlere katılmaktan ehemmiyetle kaçınıyorum.
İlk ayın sonunda bağışlarında şok edici bir ilave oldu. Kan torbalarının sayısı azalsa da yanına bıraktığı organ nakil çantası herkesi şaşkına çevirdi. Çantanın içinde aynı antikorun izlerini taşıyan bir böbrek tespit edildi. Elinde bu kadar tıbbi malzeme stoğu olması garip olsa da polis ekipleri hiçbir firmadan toplu alım izine rastlamadıklarını bildirdi. Araştırmalar böbreğin %99.1 ihtimalle aynı kişiye ait olduğunu gözler önüne serdi. Kimse kendi kendine böbreğini alamayacağına göre Bağışçı’nın bir ortağının olduğu fikri neredeyse kesinleşti. Kafalardaki yeni soru işaretiyse bu bağışların Bağışçı’nın kendisine ait olup olmadığı yönünde.
Üç ay oldu. Bağışçı’ya dair düşüncelerimin obsesyona dönmelerinden korkuyorum. Aliya İzzetbegoviç ‘Korktuğum halde yürümek için nedenlerim var’ diyor ya, beni korkutan ve yürüten neden aynı: Merak. Sanki kendimde bastırdığım duyguları çözdükçe, açığa çıkan boşluğu ona karşı duyduğum merak doldurdu. Farkında olmadan oluşturduğum bu afektif gerçeklik onu daha iyi anlamama neden oluyor. Bağışçı her geçen gün yaşam sınırlarını biraz daha zorluyor. Bağışları soru işaretlerini korusa da gariplikleri çığrından çıktı. Belki de zihninde çizdiği belli bir şekle göre organ bağışlıyordur. Getirdiklerinde bir örüntü arıyorum. Bir planı, sırası varsa da her adımı sanki kurallara uymak istemediğini haykırır gibi. Ya da artık kendi kurallarını bizlere de göstermek istiyor. Görülmek ama bir o kadar da gizli kalmak. Geçen hafta yıllık iznimi kullanmaya başladığım tarihlerde organ nakil çantasının içinde bir göz tespit edilmiş. Bir insan kendine bunu yapabilir mi diye düşünüyorum. Ya da başkasına bunu yapabilecek kadar kafasını toprağa gömebilir mi?
Uzmanlar nakilleri donör bekleyen kişilere ulaştırmaya başlamışlar. Sık sık haberlerini alıyorum. Bu konuda çok titiz davranıyorlar. Kan plazması üzerindeki çalışmalar hız kesmeden devam ediyor. Antikordan kalıcı bir tedavi üretmeye çalışıyorlar. Gerektiğinde bağışıklığı doğrudan arttırabilecek bir ilaç üzerinde çalışmalara başlandı. Bu antikorun bir insanın vücudunda bu kadar fazla olabilmesiniyse hiçbir bilim insanı anlamlandıramadı. Yurtdışından çok sayıda uzman antikordan numune talep etti. Ülkede bu konuda sıkı bir güvenlik var. Bağışçının bağışları yüzü aştı. Bir ortağı varsa hakimiyetin kendinde olması onun için önemli. Yardım aldığı kişinin bir ortaktan ziyade donörün kendisi olması durumunda güvendiği bir hekim olduğunu varsayıyorum. Bunun onun için kolay bir şey olmadığına eminim. Yardım istemenin yani. Yine de tüm planını paylaşmadığını da biliyorum. Her zaman yalnız kendisinin kontrol edebileceği bir kısım olması onun için önemli. Bağışçı’yı kendime benzetmekten alıkoyamıyorum. Onu bu kadar iyi anlamama rağmen hâlâ düşünme şeklini belli bir zemine oturtamamak canımı sıkıyor. Neden Konya’yı seçtiğini az buçuk biliyorum mesela. Genelgeçer kural ve yargıların aksi değerleri olan birinin bunları yıkmak için zıtlıklarıyla bilinen bir şehri seçmemesi aptallık olurdu. Ülkenin göbeğinde oluşu da cabası. Sanki her şeyin her yere ulaşımını dengelemek, kendi adaletini sağlamak ister gibi. Ayrıca İstanbul, Ankara gibi bir büyük şehir seçmesi planlarının kontrol edemeyeceği ölçüde hızlı gitmesi demekti. Onun için burası kafasında bir merkez üssü niteliğinde.
Çoğunluğun aksine ben donör olarak kendisini kullandığını düşünüyorum. Yaptığı şey bir çeşit ötenazi sanki. Parça parça azalarak ölümsüzleşmek. Her bedende hayat bulmak. Bence amacı bu. Hepimiz öldüğümüzde anımsanmak, ardımızda bizi hatırlatacak bir eser bırakmak isteriz. Onun eseri de kendisi, yolunu böyle tamamlamak niyetinde.
Ben Neşe. Adının aksi, hayatın saçma bir şakası Neşe. Zıtlıkların şehrinde, yine herkes için tüm zıtları normalleştirerek yolculuğuna son veren Neşe.
Yasemin Çakır
Yazar Notu: Neşe’yi yazmaya başladığımda aklımda önce Jekyll and Hyde gibi bir senaryo oluştu. Bunu Çoklu Kişilik Bozukluğuyla bağdaştırabilir miyim düşündüm. Bu bozuklukta kişi alter, yani ikinci kişiliğinden haberdar olmayabiliyor. Kafasında boşluklar, soru işaretleri oluşuyor ama başka bir kişiliği olduğunu bilmeyen vakalar da mevcut. Benzer şekilde alter kişiliği şeker hastası olup asıl kişiliğinin böyle bir hastalığı olmayan vakalar da var. Neşe ve Bağışçı’yı da bu şekilde bağdaştırabilmek istedim ama yine oturmayan bazı boşluklar var :’) Yorumlarınız için teşekkür ederiim