İçtiği suyun içine kurutulmuş tomurcuk güllerden attı. Şöyle biraz salladı bardağı. Kaşını kaldırdı. Boğazını temizledi. Haklı olmaya hazırlanıyordu. “Kelimeler de böyledir.” dedi. “Hayatımızın içine hangilerini alırsak hayatımız ona dönüşür. Gül koyarsak gül. Toprak koyarsak çamur.” Onun sözlerini büyülenmiş gibi dinliyordu kız. Bu çocuk hep haklıydı. Hep de fiyakalı. İnsan, cümle pozitiflikleri üstünde nasıl böyle toplardı? “Öyle mi?” diye sordu kız muhallebi yer gibi. Başını diğer tarafa atarken: “Öyle ya,” dedi oğlan. “Ben örnek vermek istemiyorum şimdi ayıp kaçar diye ama güzelim bir manzarayı, içine ahlaksız bir kelime katarak tasvire çalış mesela. Su bulanmadı mı?” Kızın yüzü önce aydı sonra buruşur gibi oldu. Oğlan, yine haklıydı. “Çok doğru dedin.” dedi. Oğlanın biraz daha iltifata ihtiyacı vardı. Çenesini biraz aşağı indirdi, kırk beş derecelik açıyla baktı kıza ee başka, der gibi. “İnsanlar da böyle.” dedi kız. “İnsanların her biri de bir kelime gibi. Hayatımıza dâhil olduklarında çeşitli misyonları var da ona girişiyor gibiler.” Devam et, der gibi baktı oğlan. “Ne bileyim, onlar da hayatımıza dâhil olur olmaz kendilerine dönüştürüyorlar bizi, yaşantımızı. Gülümsemeyi bilmeyen biri dünyayı somurtuk bir yere dönüştürüyor. Dalgacı biri gayriciddi gevşek bir zemine. Hayatımızdan gereksiz kelimeleri çıkarmayı bildiğimiz gibi insanları çıkarmayı da bilmeliyiz bence.” Oğlan, güllü suyundan iri bir yudum alıp yavaşça bardağı yerine bıraktı: “Öyle tabii ama bu benim dediğimden biraz bağımsız gibi. Hayatımızdaki insanlar hem bizimle hem kendileriyle ilgili. Kelimelerse sadece bizimle ilgili. Ben kendi elimizin yettiğine vurgu yaptım aslında. Mesela söyle bakalım, sen hangi kelimeyi sevmiyorsun?” diye sordu kıza. Kız, biraz düşündü. Yüzü hafif kızardı. Utanmış olacaktı. Yanlış anlaşılırımın korkusuyla ürkekçe: “Flört kelimesini.” dedi. Oğlan bu kelimeyi üstüne aldı. Nereden anladık? Yüzüne kibirli bir gülümseyiş geldi yerleşti çünkü. Omuzları dikleşti sonra. Gözlerine tuhaf bir sırıtış oturdu. “Yok edelim o zaman bu kelimeyi.” dedi. “Sen karısını aldatan korkak bir herifin ibretlik hikâyesini bilir misin?” Kızcağız ürktü. Ürkmesini de gizleyemedi: “Bu hikâyeden çok vardır korkarım. Senin anlatacağının diğerlerinden farkı ne, merak ettim.” Güllü suyun dibi görünmüştü. “Eh, dinle madem.” dedi oğlan. Çantasından bir kitap çıkardı ve sesinin davudi tonuyla okumaya başladı:
“Karını aldatman dünyanın en aşağılık işi değil. En aşağılık ikinci işi. Birincisi ise karından bir başkasına meyletmeyi gizlice yapıyor oluşun. Yeteri kadar cesur olsaydın, ki bu ahlaksızlığa bulanmış da bir cesaret olurdu, o kadını yani karın olmayanı açıktan severdin. Oysa cesur değilsin. Kesinlikle ikinci kadını da sevmiyorsun. Şimdi karın öğrenecek diye ölmeyen sevgin nasıl da ölüyor? Hâlbuki nasıl da emindin onu sonsuza dek seveceğinden. Seni kendisine benzer dostuna flörtüm diye takdim ederken nasıl da heyecanlı. Flört. Yılışık, sevgiden uzak, tensel.
Seni bu kadar tarif yeter. Yediğin bu herzelerden karının haberi olmasın istiyorsan gıcık olduğum bu kelimeyi, flörtü yani, dünya yüzünden sil. Yerine de gerçek sevgiyi koy. Kelimeler yerini yadırgar. Eğer orayı beğenmezlerse mızmız insanlar gibi terk etmezler yine de. İnatçıdırlar. Kendilerine benzetirler. Bana Kişi derler. Kelimelerin cümlesinin kontrolü benden geçer. Dünyanın tüm duraklarını dolaşırım. Eğer üç gün sonra bu kelime hâlâ buralarda olursa vay hâline. Ben de bilirim silmesini ama benim işim kelimeler kimin üstüne yapıştıysa ona yok ettirmek. Flört de sana yapışmış. Sil bakalım. Süre başladı.”
Kız yerinde huzursuz kıpırdandı. “Devamını okuma.” dedi oğlana. “Merak etmiyorum.” Oğlan kitabı kapattı. “Sen bilirsin.” dedi. “Kadının yerine kendini mi koydun? Peki ama hangi kadının? Adamın eşinin yerine mi yoksa flörtünün yerine mi?” Kız, kendisinden beklenilmeyecek derecede hiddetlendi. “Ne aptalca soru bu!” diye ayaklanınca fiyakalı oğlan telaşlandı tabii. “Özür dilerim. Tabii ki eşinin yerine koymuş olmalısın.” “İkisinin de yerine koymadım kendimi.” dedi kız. “Eşine acıdım, yaşadığını düşününce epey üzüldüm. Terk ettim orayı. Diğer kadının yerinde hiç düşlemedim kendimi. Bu günahın kirine neden bulanayım?” Oğlan elinde kitap öylece duruyordu. “Neyse,” dedi kız. “Okuma ama özet geç. Ne olmuş yani neticede? Silinmiş mi bu kelime?” “Sadece bir kurgu,” dedi oğlan. “Bu kadar gerilmene anlam veremedim.” “Hani kelimeler dünyamızı şekillendirirdi?” diye sordu kız. “Okuduğun cümlelerin ve sorduğun sorunun burayı ne hâle getirdiğini göremiyor musun?” Oğlan afalladı. “Burada üzülen bir kadın. Tam şu köşede korkak bir adam. Şuradaysa sevildiğini zanneden bir başka ‘kurban’ duruyor. Üstelik bir diğerinin başına gelen, zerre umurunda değil. Bunu özet geçerken bile o yapış yapış huzursuzluğu hissetmedin mi? Üstelik kelimeler sadece bizi de ilgilendirmiyor.” Sonra ayaklandı. Montunu giydi. Kasaya yönelirken: “İçtiğim kahveyi kendim ödeyeceğim. Güllü suyunu kendin öde.” diyerek uzaklaştı. Oğlan, bakakaldı arkasından. Tüm havası sönüvermişti. Üstelik kızın haklı mı haksız mı olduğunu da bilmiyordu o an. Atarla kalkan haklı oluyordu mecbur. Geride kalan haksız.
“Bakar mısınız? Bana şöyle epey soğuk bir kahve lütfen.” Garson gülümseyerek başıyla onayladı. Kitabı eline aldı. Devamını biliyordu ama yine de okumaya koyuldu. Başını kaldırdığında önünde kahvesi vardı. Karşısındaki koltukta da birisi. “Merhaba, ben Kişi.” dedi. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” cümlesi hiç bu kadar gerçek olmamıştı oğlanın gözünde. “İzin istemeden oturdum ama zaten kitabın arasından sızdım.” dedi Kişi. “Ee n’apıyoruz şimdi? Bildiğin gibi adam flört kelimesini yok edemedi. Onun yerine karısına daha kuvvetli bir kelime götürdü benden önce. Kadıncağız da ne yapsın. İnanmak zorunda kaldı.” Kişi’nin suratı oğlanın gördüğü hiçbir surata benzemiyordu. Clark Gable görünüşlü müydü? Yo, daha Anadolulu bir tip. Kavruk benizli, kemikli. Saçları güneşten eprimiş gibi. “Biliyorum,” dedi oğlan. “Ama kadına sonunda ne oldu, sen de biliyorsun.” Kişi, oğlanın önündeki kahveyi alıp yudumlamaya başladı. “Adamın ehliyetsizliği.” dedi. “Karısını inandırdığını sandı. Çünkü onu hiç tanımıyordu. Bir kere kadınlar, güvensiz ortamı biz erkeklerden daha iyi sezerler. İkincisi, sezdikleri bu güvensiz ortamı yıkmak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Sonunda yıkarlar orayı. Kimseye belli etmeden. O çatıyı yıkarlar. Çatının altında kendileri varken bile.” Kişi, kahveyi bir güzel bitirdi. Oğlan, gıkını çıkarmadan onu dinledi.
“Çatıyı adamın başına geçirdi kadın,” dedi Kişi. “Kadın ölü, adam canlı. Karısı sekteikalpten ölünce ufaktan rahatladı adam. Kurtulmuştu işte. Kadın hem ona inanmıştı hem de aradan bir sene bile geçmeden ölüp gitmişti. Flörtü ortadan kaldırmasına gerek kalmadı yani.” dedi Kişi. “Haysiyetsiz. Şimdi istediği kelimeye sarılsın.” “Ölünce nasıl çatıyı adamın başına geçirmiş oldu ki? Adam niye ehliyetsiz oldu bu durumda?” diye sordu oğlan. Kişi, duymuyor gibi yaptı. Buraya uygun kelimeyi sildirmişti çünkü. Oğlan yerinde kımıldandı. “Aslında ben de pek sevmiyorum bu kelimeyi. Ben mi yok etsem acaba?”
Kişi güldü. “Olur,” dedi. “Neticede sen de az önce yerimde oturan kızcağıza gönlünün kenarıyla ilgi gösterir gibi yaptın. Sen de layıksın. Üç gün süre sana. Yerine sevmeyi yerleştir. Eğer yok edemezsen…”
Oğlan rahatça yaslandı arkasına: “Ne olur yok edemezsem?”
“Bir şey olmaz. Tüy gibi hafif, samimiyetsiz, tensel bu kelimeye bir ömür muhatap olursun. Hani kelimeler ve şekillendirdiği dünya olayı yani. Senin tezindi.” Durdu. “Yoksa değil miydi? Kimden arakladın bunu?” Oğlan huzursuz kıpırdandı. “Benim tezim. Kimin olacak?” “Sil o zaman hadi bu kelimeyi. Yerine de gerçekten sevmeyi koy.” Anlaştılar. Üç gün sonra yine burada, diye sözleştiler. Kişi, usulca kitaba giriverdi.
Kişi usulca kitaba giriverdi. Son. Beğendin mi?