Her gün aynı odada, aynı sabaha açtım gözümü. Kalktım, işe gittim, eve döndüm, uyudum. Sonra tekrar kalktım ve işe gittim. Bir döngünün içinde gittim geldim. Tâ ki rüzgârın esip de Zehra'yı karşıma çıkarmasına dek. Siyaha bulanmış hayatım onun ve biricik kızımız Zeliha sayesinde diğer renklerin varlığıyla tanıştı. Siyah olan duvarlarım gökkuşağıydı şimdi. Artık işten dönerken içimde bitmek bilmeyen bir heyecanla dönüyordum. Eve kavuşmak, daha doğrusu onlara kavuşmak, çölde suya kavuşmak gibiydi.
O mutlu günlerimden birinde eve dönerken on beşinci kez çalan telefonumu açtım. Arayanın Zeliha olduğunu biliyordum. Her eve döndüğümde beni telefon yağmuruna tutar, isteklerini sıralardı. Unutmayayım diye arar dururdu.
“ Alo, güzel kızım?”
“ Baba gelirken Selma teyzenin dükkânından bebeğimi almayı unutma!”
“ Tamam kızım, şu an oraya gidiyorum.”
Ona el yapımı bebek alıyorduk ve bunun için çok heyecanlıydı. Bir haftadır başımın etini yedi bebek diye. Şimdi hazırlanan bebeği almaya gidiyordum.
Dükkâna geldiğimde Selma Hanım yeni bir bebek örmekle meşguldü. Geldiğimi görünce işini bırakmadan bana bebeğin sandalyenin üzerinde olduğunu söyledi. O kaldığı yerden işine devam edince ben de onu rahatsız etmeden bebeği alıp çıkacaktım. Lâkin sandalyenin üzerinde iki tane bebek vardı. Biri boyca daha büyük ve sarı saçlıydı. Zeliha'ya benzettiğim için onu aldım ve daha fazla oyalanmadan dükkândan çıktım.
Bebeği Zeliha'ya verdiğimde yüzünde oluşan kocaman gülümseme, onu izlerken hayranlıkla bakan Zehra; benim yaşama sebebimdi. Tekdüze giden hayatımın aksiyonuydu.
O günden sonra Zeliha oyuncağını hiç bırakmadı. Sabah onunla gözünü açıp akşam onunla kapadı. Gittiğimiz her yere bir diğer çocuğumuzmuş gibi onu da götürdük. Zeliha her gün onun saçlarını tarayıp şekillendirdi. Ona gerçek bir bebek ile oynuyormuş gibi davrandı.
Bir gün, hayatımızın tepetaklak olacağı o ayların ilk gününde, nadide çiçeğimin; etrafa neşe saçan Zeliha'mın yüzündeki gülümseme soldu. Cıvıl cıvıl konuşan sesi sustu, ağzı açılmamaya yemin etmişçesine kapandı. İlk başta hasta olduğunu düşündük. O yüzden bu kadar solgundur dedik. Doktora gittik ve herhangi bir belirti bulunamadı. Belki canı sıkılıyordur o yüzden böyle susuyordur, yeni oyuncaklar alalım, parklara gidelim dedik lâkin hiçbirinden memnun olmadı. Bir hafta geçti düzelmedi, üç hafta geçti düzelmedi ve artık iki ay geçmişti düzelen bir şey yoktu. Aksine yok olan bir şeyler vardı: Zeliha git gide zayıflıyordu, onu bu şekilde gören karım yemeden içmeden kesilmişti, onları bu şekilde gören ben ise rüzgârın bana getirdiklerini bir fırtınada kaybediyordum.
Psikologlara gittik, hocalara gittik yine olmadı. Türlü türlü şeyler denedik. Mesela dediler ki falanca camide bir gün kalırsa konuşmaya başlar, bilmem ne otunun üzerinden yedi kere geçerse konuşmaya başlar ama yok, neyi denediysek olmadı.
Zeliha nasıl çöktüyse her geçen gün Zehra ve ben de çöktük. Zeliha yataklara düştü biz de yataklara düştük. Ben biraz daha dirâyetliydim. Güçlü bir rüzgâr bekliyordum fakat o rüzgârın artık bana esmeyeceğini biliyordum.
Bakmasını bilene tavanlar bir şeyler anlatırdı. Tavana baktığım o uzun sürenin ardından tıkırtı sesleri duydum. Karım ve kızım yanımda uyuyordu. Duyduğum o ses salonda geliyordu. Oraya doğru gittiğimde sesler daha da artmıştı. Elime aldığım vazoyla hiç şüphe etmeden salona girdim. Şâyet gözümü açıp kapattığımda odamda olsaydım gördüklerime ancak kabus derdim. Gözlerimi sıkıca açtım, kapattım fakat gördüklerim gerçeğin ta kendisiydi. Kızıma aldığım bebek salonun ortasında sandalyeye oturmuş elindeki kumanda ile kanalları geziyordu. Yaşadığımız onca olaydan sonra delirdiğimi düşündüm. Ancak bebek beni fark edince düşüncelerimden sıyrılabildim.
“Seni aptal, sonunuz bizim elimizden olacak.”
Ellerim ve ayaklarım buz kesmişti.
“Ne demek istediğini anlamıyorum.” dedim kekeleyerek.
Güldüğünü düşündüğüm bir sesle konuştu:
“Beni Selma'nın dükkânına geri götür. Ben oyuncak bir bebek değilim. Senin kızına daha fazla katlanamam.”
“Allah'ım, cansız bir varlıkla konuşabilecek kadar deliyorum ben. N’olur gördüklerim rüya olsun, n'olur!
“Ağlayıp durma! Siz insanların sonunu getirebilecek kadar canlıyız!”
“Siz kimisiniz!? Kim!?”
Cevap vermedi. Ben nasıl davranacağımı bilemez bir şekilde gördüklerimi ve duyduklarımı sindirmeye çalışıyordum. Az önceye kıyasla karşımda cansız bir varlık olarak duruyordu. Onu aldığım gibi Selma Hanım'ın dükkânına vardım. Selma Hanım elimdeki bebeğe benzer bebekleri rafların önüne diziyordu. Beklemeden içeri girip konuştum.
“Selma Hanım, ben sizden yanlış bebeğimi aldım?” Elimdekini gözünün önüne kadar getirmiştim. Onu gördüğünde rengi atmıştı.
“Ah, evet. Sizin için hazırladığım o değildi. Hay Allah karışmış. Siz onu neden geri getirdiniz?”
Dükkâna gelene kadar bebeğin bana söylediklerini tartmıştım. Bir müddet delirdiğime inanmıştım fakat Selma Hanım'ın konuşmasındaki kaygı beni biraz şüphelendirmişti.
“Hiç. Kızım daha oynamıyor. Size iade etmek istedim.”
“Ah çok üzüldüm.”
Üzülmemişti. Sesindeki rahatlamayı fark etmiştim. Geri verip dükkândan çıktım.
Dalgın dalgın eve vardığımda. Çığlık sesleri duydum. Çığlığın geldiği yere koştum. Bir kez daha vurulmuştum. Ölümün soğuk nefesi kalbime dokunmuştu. Benim zerdam, canımın canı daha fazla dayanamamıştı. Bakmaya kıyamadığım gözlerini bir daha açmamak için kapatmıştı. Yanına çöktüm, Zehra ile sarılıp ağladık.
Atlatamadığımız o günlerin ardından içimi intikam ateşi sarmıştı. Biliyordum bugün benim kızımın başına gelenler yarın başkasının da başına gelecekti ve tüm ülkeyi saracaktı. Ve biz bunun önünü alamayacaktık.
Her şeyin başladığı o dükkânın önüne gittim. Burada başlayan burada bitecekti. Benzin bidonunu dükkânın etrafına döktüm. Çakmağı çakıp benzinin üstüne attım. Alevler git gide artıp tüm dükkânı sarmıştı. Kimse görmeden eve döndüm.
Zehra’m da yataklara düşmüştü. Biliyordum o da beni terk edecekti. O beni bırakana kadar tutunacaktım hayata.
Ertesi gün haberlerde o kadını gördüm, her şeyimi alan kadını. Dükkânı kundaklandı diye onu televizyona çıkarmışlardı. Konuşuyordu:
“İnsanlardan nefret ediyorum.”
Sert bir rüzgar esti, balkondaki saksı yere düştü. Düşen tek şey saksı değildi.