Bağrı Yanık Dostlar Radyosu

Fitnat Sümeyye Erbek

________________

“Bağrı yanık dostlara da merhaba!” Radyonun açılışını yapan sanki ben değilmişim gibi radyoyu dinlemeye devam ettim. Dün kaydını aldığım yayın bugün radyoda yayınlanıyordu.

Bağrı Yanık Dostlar Radyosu baştakdimcisi. Bizatihi ben, Süheyl Yıldız. İnsanın adının ve soyadının aynı olması da bir tuhaf durmuyor mu? Allah'tan radyo dinleyicileri Arapça bilmiyor. Radyonun sesi cızırdamaya başlayınca anladım ki doğru yoldayım. Zira gideceğim yerde radyonun çekmesi pek muhtemel değil. Baz istasyonu yok arkadaş! Ben nasıl yerimi yönümü bulacağım? Rabbime şükür tek şerit ve tek bir yol vardı. Dümdüz yolda ilerlerken ileride bir petrol istasyonu gördüm. Hem bağrı yanık hâlime bir soğuk su alayım hem de bu yolun doğruluğu konusundaki şüphemi gidereyim diye petrole girmeye karar verdim. Petrol istasyonuna arabayı çekip dışarı çıktım. Pompacı abi yanıma yaklaşırken,

“Eyvallah abi, markete uğrayacağım.” diye seslendim. Abi sağına soluna baktı, başkası olmadığını fark edince ‘Ben mi?’ dercesine kendini işaret etti. Ben de başımla onay verdim. Bana doğru hızla geldi. Bir iki adım geriledim.

“Ben sana bir şey demedim ki! Git istediğin yere uğra kardeşim, hesap mı soruyoruz sanki!” diye dayılanınca,

“Eyvallah abi.” diye titrek bir sesle markete yöneldim. Sıkıntılıydı galiba. Ne dedim de bağırıyorsun kardeşim?

Market hiçbir petrolün marketi olamayacak kadar ışıksız ve ıssızdı. Kasada biri var mıydı yoksa hayaletler tüccarlığa mı başlamıştı seçemedim. Bir tane soğuk su alıp kasaya gittim. Kimsecikler yoktu. Etrafa bakınırken arka odadan biri koşarak geldi. Tabii, üstüme doğru koştuğu için üç dört adım geriledim. Kalbim, şu petrole durduğumdan beri bu kadar hızlı atmamıştı herhâlde.

“Beş lira.” deyip elimdeki şişeyi işaret edince parayı kasaya bırakıp çıktım. Ne soru sormak geldi içimden ne bir dakika daha burada durmak. Elim ayağıma dolaşmadan arabayı çalıştırdım ve önümü bile zor gördüğüm yolda ilerlemeye devam ettim. Sabaha kadar ne kadar yol aldığımı bilmeden sürdüm. Sabahın ilk ışıkları yeryüzüne düşerken benim gözlerime de uykunun ilk karanlıkları düşüyordu. Gözlerimi kırpıştırıp sürmeye devam ederken Yanımdan geçen aracın son ses kornaya art arda basmasıyla uyandım. Resmen uyumuştum. Arabayı sağa çekip telefonu kontrol ettim. Amma şanslı adamım! İnternet çekiyordu. Hemen navigasyona girdim. Gittiğim yolları kontrol ettim. Her şey olağan ve doğru gözüküyordu. Burada internet çekiyorsa baz istasyonu da vardır. Yanlış mı geldim, diye düşüncelere dalarken önüme bir araç durdu. Daha doğrusu araba yuvarlanmasın diye son ayar fren yaptı. Araçtan iki tane delikanlı çıkıp,

“Bir sıkıntı mı var biraderim? Çözelim.” deyince,

“Sıkıntı yok gençler, sağ olun.” deyip başımdan savmaya çalışsam da belli ki onların derdi bu değildi.

“Sıkıntı olmasa araba sağ çekilir mi abim. Sen söyle çözelim belki bizi de görürsün.” Son kelimesini söylerken kırptığı göz ile cebimden iki ellilik çıkarıp ceplerine sıkıştırdım.

“Eyvallah, yolunuza gidin siz. Ben tutmayım sizi.” İkisi de bir şeyleri başarmanın huzuruyla sırıtırken biri elini cebine atınca hemen elini tuttum ve:

“Verilen para harcandıkça artar, bakıp bereketini kaçırma şimdi.” Belli ki kafaları güzeldi.

“Öyle olsun be abim!” diye nara attıktan sonra karşılıklı oyun havasına durmalarını fırsat bilip hızla oradan uzaklaştım. İlerlerken navigasyonu kapatmadığım için telefonumdan ses geldi.

“Yedi kilometre sonra çatalın sağını takip ediniz.” Hâlâ internetin çekmesi içimi bir kurt gibi kemiriyordu ama ses etmedim. Belki de farklı bir yoldan gidiyorumdur diye düşündüm.

Az gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Bir yol üzere koca dünyayı devirdim sanki. Ama bir türlü varamadım. Navigasyondan gelen sesle sabrım tükendi artık.

“Sağa dönünüz. Hedefiniz yüz elli metre sonra solda kalmaktadır.” Sabrım ve yolum aynı anda tükendiği için mutluydum. Aracı çok hızlandırmadan ve etrafı kontrol ede ede ilerledim.

“Hedefiniz solda kalmaktadır.” Sesiyle telefonu açtım, konumu teyit ettim. Ve navigasyonu kapattım. Saçımı başımı aynadan düzeltip arabadan çıktım. Arka koltukta asılı ceketi giydim. Bagajda ölmeye yüz tutmuş çiçeklerimi elime aldım ve bahçe kapısının yanında sarmaşıkların arkasında saklı zil tuşuna bastım. Elime sarmaşıklardan dikenler battı ama önemsemedim. Kız istemeye gelmiştim. Bir iki dikenin lafı mı olurdu? Kapıyı yaşlı bir teyze açtı. Benimkinin babaannesi bu olmalıydı. Kendimi tanıttım. Beni hoş karşılayıp içeri davet etti. İçeri geçtim. Benimki ortalıkta yoktu. Bahçe avlusuna benimkinin adını seslendi, bir kız geldi ama bu benimki değildi. Kızla ikimiz birbirimizi sorgular bakışlar atarken enseme bir şaplak yedim. Ensem çökmüştü galiba.

“Bu kim len!” Bu ses bir yerden tanıdık geliyordu. Petrol istasyonundaki pompacının sesiydi bu. Başımı arkaya çevirmemle adamın ilginç bakışlarına maruz kaldım.

“Demek sensiiin.” Hayatta ilk defa duyacağınız bir tonlama ve sesle bu cümleyi kurup,

“Adın ne len?” dedi. Korkudan her dediklerine cevap vermekle yükümlüymüşüm gibi hissettim.

“Süheyl, Süheyl Yıldız.” Adam bıyığının altından bir dudağının kenarını yukarı kaldırıp,

“E yıldız gibi kay o zaman.” TAK. Yüzümün ortasına okkalı bir yumruk…

F.S.Erbek