Yirmi dokuz yaş on bir aylık. Böyle söyleyince de bebek yaşı söylemiş gibi mi oldu? Çocuğunu ana kuzusu olarak büyütmüş her annenin ağzına sakız olan,
“Sen seksen yaşına gelsen de benim yavrumsun anneciim.” lafını ağzını büzüştüre büzüştüre dediği, koca herifin/kadının suratını mıncırdığı an gözünün önüne geliyor insanın. Evet, yetmiş yaşındayken de annesi olabilirsin tabii. Yaşarsan. Mümkün, Allah ömür verdiyse. Gün gün dolaşıp midene tıkmadık hamur bırakmadıktan sonra oğlunun/kızının yetmiş yaşına annelik edebileceğinin hayalini nasıl kurarsın? Anlatıcımız DEHB’li galiba. Nereden nereye geldi. Biz o ana geri dönelim. Yirmi dokuz yaş, on bir aylık oldu. Annesinin kuzusu.
Bu yaşına kadar işler hep yolundaydı. Karısı hep onun istediklerini pişirir, evi aklar paklar, tatil günleri katlanır sandalyelerini alıp o piknik alanı senin bu dağın başı benim dolaşırlardı. Pazar günleri anasına mutlaka kahvaltıya gidilir, kadının maya doldurduğu pişiler ağız dolusu övülür, köşe yastığı gibi babanın sessizliğine eşlik edilirdi. Dönüşte pek de lazım olmayan tuhaf şeylerle dolu market dolaşılır, yorgun argın eve dönülürdü. Döngü hiç şaşmaz, huzurları hiç kaçmazdı. Dünya, böyleleriyle ağzına kadar doluydu. Her huzursuz, herkesi huzursuz sansa da aslında dünya rahatından fındık kıran tonla insanla doluydu. Acı çekenler, huzuru kaçmışlar, aklını bir köşede yiyip tüketmişler yazık ki böyle dayanırlardı dünyaya. “Ama dünya böyle bir yer işte. Ne yaparsın? Herkesin başında dert tasa.”
Onu camdan izleyen Nejat da böyle düşünürdü. Perdeyi aralar, önüne filmi koyar, izler ha izlerdi. Sokaktan geçen herkesin mutlaka bir derdi olduğuna inanırdı. Karısıyla yaşayıp giden yirmi dokuz yaş on bir aylık bu adamı da dertli diye nitelerdi. “Yahu,” derdi. “Evli barklı adamların mutlu olduğu nerede görülmüş? Bu kadının istekleri biter mi? Anasıyla karısının arasında hiç mi kalmıyor yani? Vah zavallı vah.” Perdeyi çekince rahatlamış olurdu. Dışarı çıkmazdı. Korkardı. Her yer tehlikeliydi. Annesi epey uğraşmıştı onu yeniden hayata katmak için. Başaramamıştı. Odasından çıkmadan ömrünü eriten oğlunu düşünüp düşünüp kahrolurdu ama elden ne gelir? Nejat, kendisini odaya kolayına kilitlememişti ya. Hep o dolunaydan sebep. Otuz yaşına bir ay vardı. İşten dönerken gökte dolunay. Parlak bir tepsi gibi. Ağzı gözü var gibi gülümsüyor tepede. Onu izleye izleye dönüyordu evine. Hayret ede ede. Nasıl da parlak, diye düşüne düşüne. Sevgililerin yüzünü niye ona benzetirler o gece anlamıştı. Mâh kelimesi nasıl da tam olarak karşılıyor. O gece bilmişti. Bir şeyi çok beğenince idrakini kavi tutmalıydı insan. O da hemen ilerideki belediye çukurunu fark etmemişti dolunayı izleyeceğim diye. Sağ ayağını atınca dolunay gökte çalkalanır gibi olmuştu. Sonra içinde rüzgâr gibi bir his esiverince çukura düştüğünü anladı. Belediye, her zamanki gibi kocaman bir hendek açmış; onu doldurmadan kim bilir başka nerelerde bir başkasını kondurmuştu. Belediye: Açtığı çukurları doldurmayı unutan, milletin imtihanı resmî oluşum.
Nejat, kendi çıkmaya çalışıp başaramayınca bağırıp çağırarak etraftan yardım istemişti de bereket versin yoldan geçen üç genç, kolundan tutup çuval gibi çıkarmışlardı çukurdan. Bir çukura düşmek ne derece acı verici olsa da en çok utanç vericidir. İnsan, bir çukura düşmek istemez. Hele birileri kurtaracaksa. Nejat da gençler ona gülmemesine, içten yardımseverliklerine rağmen utana sıkıla uzaklaşmıştı oradan. Bir ara başını kaldırdı, gökte parlayıp duran dolunaya da kızgın bir bakış fırlattı. Bu kızgınlıktan habersiz parlayıp durdu gökte dolunay. İnsan dışındaki varlıklar böyledir. Kaygıdan uzaklıklarını, fark etmemeleri sağlar. İnsansa nasıl demişlerdi, yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe.
Eve vardığında annesi kirli üstünü başını, endişeli suratını görünce soru yağmuruna tuttu. Çukura düştüm, diyemedi. Düştüm, dedi sadece. Banyo yapıp uyudu tek kelime etmeden. Ertesi gün işe gitti. Akşam iş dönüşü yine aynı sokaklardan geçe geçe evine dönüyordu. Ama bu sefer pürdikkat yürüyerek. Bir aralık, dolunayın ışığının cazibesine dayanamadı. Etrafı kolaçan edip başını kaldırdı. Kaldırdı kaldırmasına ya dolunay, hilal şekline dönmemiş miydi? Nasıl olur? Dün gece düşmüştü. Ayın on dördü tepesinde yanıp dururken üç genç, onu düştüğü çukurdan çekip çıkarmışlardı. Nasıl olurdu?
Koşarak eve geldi. Annesine ayın kaçı olduğunu sordu. Ekim, dedi annesi. İtiraz etti Nejat. “Yahu dün düştüm, hem de dolunaya bakarken. Dün eylülün başındaydık da bugün nasıl ekimde oluruz?” diye direttiyse de kadın, takvimi gösterdi. “Daha da inanmıyorsan git televizyonu aç. Haberleri dinle,” dedi. “Otuz oldun olalı iyice tuhaflaştın sen.” Nejat, koşarak gitti. Haber kanallarını dolaştı. Hepsi de ekim ayına vurgu yapan haberlerle doluydu. Bir insan, en emin olduğu şeylerin birinde yanıldığını öğrenince feleği şaşar. Duvara toslar. Nöronları birbirine telaşla çarpar da normale dönmesi uzun süre alır. Camı açtı, başını uzattı. Son bir çare, aya baktı. İncecik bir hilal, salınıp duruyordu lacivert gökte.
Nejat, karısıyla normal normal dolaşıp duran bu adama bakarken birden hilale dönüşen dolunayı düşündü. Otuz yaşına tepetaklak girişini. Hem de daha bir ay var diye sevinip dururken birden otuz oluşunu. En emin olduğu şeylerden birinin fos çıkmasını. Ya Nejat Efendi, demişti hayat. Dünyanın altını üstünü şimdi gör bakalım.
Bir ay sonra. Ay dolunay hâlindeyken Nejat işten eve dönüyordu yine. Parlak hâline aldırmadı dolunayın. Gönlü bir milim kaymadı. İnat etti bakmadı. Önüne baka baka yürüdü. Dini bütün Müslüman adamlar gibi. Ama bunu biraz abartmış olmalı ki kütt diye bir ağaca başını çarpıverdi. Yıldızlar belirmedi kafasının üstünde. Çizgi film mi çekiyoruz burada? Başı döndü biraz. Olduğu yere çömeldi. Kendine gelince eve doğru hızlı hızlı yürüdü. Ertesi gün, “Baktım olmuyor, bakmadım olmuyor. Bari bakar gibi yapayım.” diyerek gözünün ucuyla göğe bir bakış attı ki o da ne! Gökte yine incecik bir hilal salınmıyor mu? Estağfirullah el Azim. Gözünü açtı kapadı, açtı kapadı. İşte hilaldi yine gökteki. Eve koştu. Tarihi sordu. Dünle bugün arasında tam yirmi dokuz buçuk gün vardı. İşte o zaman, dışarı adım atmamaya ant içti.
Baştaki kahramana ne mi oldu? Nejat onu izleyip izleyip dururken yok oldu. Nejat dolunaya baksa bir gün sonra hilal oluyordu da izlediği adamcağız karısıyla yok olamaz mıydı? Her pazar karısıyla iki dirhem bir çekirdek sokakta salınan adam artık geçmez oldu. Bir pazar, iki pazar derken dünyada sanki böyle biri yokmuş da Nejat uydurmuş gibi oldu. Adam yok oldu. Karısı yok oldu. Anası ve pişileri yok oldu. Köşe yastığı baba yok oldu. Kırmızı sandalye ve gezelim görelim hayatı yok oldu.
Nejat, pencere kenarında ömrünü eritedursun, belediye ekipleri bir başka sokakta kapatılmayacak bir başka çukuru açmaya başlamışlardı bile. Nejat’ın ve o ismi bile bilinmeyen adamın hayatını değiştiren o çukurun bulunduğu sokağın bir üst sokağında hem de.
Bir gün Nejat, sokağa çıkmaya karar verdi. Gökte ne dolunay ne de hilal vardı. Kapalı, yağmurlu bir gecede dolaştı. Annesi sevinçten ağladı ağladı. Evden uzaklaşan oğlunu gözden kaybolana kadar izledi. Ara sokaklarda dolaştı Nejat. Usul usul yağan yağmurda ıslandı. Bir sokağa saptı sonra. Önüne baka baka yürüyüp dururken bir belediye çukuru gördü. Yanına uyarı işareti konulmuştu bu sefer. Ürkekçe yaklaştı. Birisinin debelenerek çıkmaya çalıştığını fark etti. Adam, tırnaklarını çukurun yan taraflarına geçirerek kurtulmaya çalışıyordu. Çukurun yanına çömeldi. Yardım için elini uzattı. “Ver elini hadi,” dedi adama. Adam, başını ürkekçe kaldırdı. Nejat kendini geriye attı. Biraz sonra kalktı, koşarak uzaklaştı. Adam, kendisini çukura geri attı.
Yağmur dindi. Kara bulutlar açıldı. Gökte dolunay belirdi. Adam, çukurda debelenip durdu. Sonra üç genç geldiler. Adamı çukurdan çıkardılar. Adam utancından teşekkür bile edemedi. Çünkü düşmek, müthiş bir utanç verir bize. İnsan, bir çukura düşmek istemez. Gökte dolunay parlayıp dururken evine vardı adam. Annesine açıklama yapmadan uyudu.
Ertesi gün, işine gitti adam. Akşam iş dönüşü başını göğe kaldırmamaya karar vermişti. Dayanamadı. Ufaktan bir bakış fırlattı. Baktı ki hilal incecik salınıyor. Baktı ki önündeki belediye çukurunda bir adam debelenip duruyor. Baktı ki dünya, döngüsünü önüne katmış mahşere mahşere koşuyor.