“Ayın hareketleri benim ruh hâlimi çok etkiliyor.”
Bunu söylerken gözlerini bir anlığına aydan alıp bana bakmıştı biricik kankim Sevda.
“Kelebeğin hareketleri bile senin ruh halini etkiliyor.” dedim. Gülüştük.
“Hayır bak ciddiyim. Şu an dolunay var mesela. Dolunay varken ben hep depresifim, sinirliyim. Birileriyle kavga etmek için yer arıyorum.”
Evet, leblebi ile kavga ediyordu şimdi de. Ay bu kadar etkili miydi yani hayatımızda? Bizim hiç mi sorumluluğumuz yoktu?
“Güzel taktik. Atalım sorumluluğu aya. Hatta yıldızlara atalım. Ben şu gün şu saatte doğduğum için bu burcum. Bu burç olduğum için de karakterim böyle. Benim suçum değil. İnanmıyorsanız astrologlara sorun.”
Kahkaham yan balkonda oturan teyzelerin bize bakmasına sebep olmuştu. Selam verdim. Kafalarını çevirdiler sinirle. Evet, bunlar hep dolunaydan. Bu balkonları da hep dip dibe yapıyorlar. İnsanların hiç özeli kalmadı be kardeşim. Karşı balkona atlamam gerekse bir koşu, hafif zıplama hooop karşı balkondayım. Teyzeler beni terlikle mi kovalar artık tavayla mı bilmem. Kesin tavayla. Oradan da diğer balkona zıplarım artık. Sinirlendim durup dururken. Hayır durup dururken değil. Bugün dolunay. Hep ayın suçu.
“Burçlara da inanmıyor olamazsın. Senin adın Yıldız. İnsan adının hatırına inanır.”
“Adımın bizim evrendeki yıldızlarla bir alakası yok, biliyorsun. Babam Star Wars’u çok sevdiği için adımı Yıldız koymuş. Ayyy neyse ne. Hadi bırakalım ayı, yıldızları. Anlat bakalım, Mert ile neden ayrıldınız?”
Sevda ile Mert’in uzun soluklu kavgasını dinlerken yavaş yavaş mayıştığımı hissediyordum. Bir ara göz kapaklarımı açık tutmakta zorlandığımı fark ettim. Hiç kalkacak enerjim yoktu. Kendimi bu rezil mayışıklığın kollarına bırakmayı seçtim.
Sabah uyandığımda Sevda balkonda değildi. Ben minderde uyuyakalmıştım. Üzerimde mavi bir battaniye vardı. Bu kız benim bile hatırlamakta zorlandığım battaniyeyi nasıl bulmuş diye geçirdim içimden. Bir taraftan da esneme hareketleriyle kendimi uyandırmaya çalışıyordum. Belli belirsiz bir tedirginlik hissi vardı içimde. Dolunaydandır deyip gülümsedim. Dolunay deyince zihnimde bir görüntü belirdi. Ay bir anda ışık saçmaya başlıyordu. Parlama gibi. Büyüyen bir ışık huzmesi de diyebiliriz. Rüya mı görmüştüm? Hatırlayamadım.
“Sevdaaaaa!”
Bir yandan seslenip bir yandan evi gezerek arkadaşımı arıyordum ama bulamadım. Onun yerine mutfak masasının üzerinde yazılı bir not buldum.
“Agıda bagıda tangu. Şipar de konga.”
Ben kâğıda baktım, kâğıt bana baktı. Sevda’nın ufak bir şakası olarak yorumladım. Saat 7.55’ti. Hemen koşuya çıksam sonra kahvaltı, sonra mail kontrolü derken 14.00’teki randevuya yetişir miyim diye hızlı bir hesaplama yaptım kafamdan. Zaten ekmeğim de bitmişti, mecbur çıkacaktım. Hızlı bir şekilde üzerime koşu kıyafetlerimi giydim ve evden çıktım. Ama o kadar hızlı çıkmıştım ki kulaklıklarım ve telefonum evde kalmıştı. Müziksiz koşamamak gibi bir hastalığım vardı. Cebimde bir ekmek alacak kadar bozukluk vardı. Fırına doğru çok ufak bir koşuyla yetinecektim bugün.
Fırına girdiğimde bir adam ekmek alırken benim anlamadığım bir dil konuştu. Sanırım İngilizceydi. Adamın İngilizce konuşmasından ziyade fırıncı dayının da İngilizce konuşabiliyor olması beni şaşırttı. Senelerdir bu dili öğrenmemiştim. Kendime kızdım.
“Serhat abi bir tane ekşi mayalı tam buğday ekmek verir misin?”
Serhat abi şaşırdı ve bana da İngilizce konuşmaya devam etti. Gülümsedim.
“Abi ben İngilizce bilmiyorum. Ana dilimize dönsek.”
Ama Serhat abinin buna hiç niyeti yoktu. Aynı şekilde konuşmaya devam etti. Konuştukları arasından “Agıda” kelimesi dikkatimi çekmişti. Sevda’nın notundaki gibi.
Tüm ilkokul, lise, üniversite İngilizce bilgimi kullanarak konuştuklarını tekrar dinledim. O an anladım İngilizce konuşmadığını. Bu durum, beni biraz olsun sevindirdi. En azından konuşulanın İngilizce olmadığını bilecek kadar İngilizce biliyormuşum dedim içimden. Aferin kız. Serhat abi artık susmuş ellerini iki yana açarak beni anlamadığını anlatmaya çalışıyordu. Gittim ekmeğimi aldım, parayı tezgaha koydum ve el sallayıp fırından çıktım. Yol boyunca; gece uyurken bir şey mi oldu, ülkece başka bir dile mi geçtik, uzaylılar dünyayı ele geçirdi de kendi dillerini mi bize konuşturuyor gibi saçma düşünceler zihnimde uçuştu. Uzaylılar beni niye adamdan sayıp da kendi dillerini öğretmediler diye kızdım içimden. Eve girer girmez ilk yaptığım şey telefona koşmak oldu. Telefondan haberlere bakmayı umut ediyordum ancak o da artık Türkçe değildi. Kaç haftadır kullanmadığım kumandayı bulup televizyonu açtım. İstisnasız tüm kanalları dolaştım. Hiçbiri Türkçe değildi. Son bir şans vererek Sevda’yı aradım.
“Sevda neler oluyor? Kimse Türkçe konuşmuyor, haberler, yazılar, anlamıyorum hiçbir şey.”
“Agı,bagı sangu. Valay durk senhe.”
Devamını dinlemeden telefonu yüzüne kapattım. Evet, artık emindim. Uzaylılar sonunda gelmişti. Ya da rüyaydı tüm bunlar. Rüya olması daha mantıklıydı tabi. Kesin balkonda uyuyakaldık ve bir yerlerimiz açıkta kaldığı için saçma sapan rüyalar görüyordum. Uzaylılar dünyayı ne yapsın zaten. Ben onların yerinde olsam buraya gelmezdim. Git insanların olmadığı bir yerde keyfine bak. Uzaylıları burada 3 günde dolandırırlar. Ne olduğunu bile anlamazlar. Ne diyorduk, evet rüya. Uyanmak için bir çimdik attım kendime. Canım acımasına rağmen uyanmadım. Sonra bir de tokat denedim. O da olmadı. Ne yapabilirim diye düşünürken mutfakta tavayla göz göze geldim. Sonra karşı balkondaki teyzeleri hayal ettim. Yok artık, o kadar da değildi. Kafamı sokakta bulmadım ya. Evde koşu kıyafetlerimle dolanırken saatle bakıştık. 14.35 olmuştu. Seansıma geç kalmıştım. Aman ya dedim büyük bir boşvermişlikle. Bu kadar derdin arasında bunu düşünemezdim şu an. Sevgili danışanım da bu hafta sağlıksız beslensin. Haftaya diyetisyeni onu toparlar. Tabii herkes yeniden Türkçe konuşmaya başlarsa.
Saatler geçip de hâlâ hiçbir şey olmadığında yaşadıklarımın rüya olması ihtimali benim için giderek azalmaya başlamıştı. Balkona geçip gün batımını izlemeye koyuldum. Zihnimi dinlendirip sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Gözlerimi kapatıp bunların hepsinin geçici bir süreç olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım. Gün batımı çok güzeldi. İzlerken bir an bugün olan her şeyi unutmuştum. Ta ki güneş batıp da ay ortaya çıkana kadar. Bildiğimiz aya benzemeyen bir aydı bu. Artık yuvarlak değildi köşeleri vardı. Zorlama bir çaba ile ahtapota benzettim. Sabah hatırladığım ayın parlaması rüya olmayabilir miydi?
Telefonumu tekrardan elime aldım. Evet dil yabancıydı ama simgeler aynıydı. X’i bulup haberlere göz gezdirdim. Ayın şekli herkes için anormal bir durumdu sanırım. Çünkü paylaşımların en az yarısı bununla alakalıydı. Arama motoruna Türkçe yazdım, ana dilimizi kullanan son kişi olmamayı umarak. İlk çıkan paylaşım tam da aradığım şeydi. Bir adam tüm bunların açıklamasını yapabileceğini, Türkçe konuşan insanların kendisine ulaşması gerektiğini yazmıştı. Altında az sayıda yorum vardı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Çok şükür, yalnız değildim.
X’teki adrese geldiğimde birkaç kişinin de orada beklediğimi gördüm. Hepsi gözlerini aya dikmiş bakıyordu. Sakin bir deniz kıyısındaydık.
“Merhaba.”
Sesim onları uykudan uyandırmıştı.
“Merhaba, hoş geldiniz.”
Dilini hiç anlamadığım, ne yapacağımı şaşırdığım bir ülkeden, bildiğim ülkeme dönmüş gibi bir sevinç hissettim.
“Hoş bulurum umarım, Adnan bey hanginiz?”
“Henüz gelmedi, biz de onu bekliyoruz.”
Adnan bey gerçekten bizim bilmediklerimizi biliyor muydu? Neden hemen inandım bilmiyorum. Sonuçta kimsenin hiçbir şey bilmediği bir konuda herkes her şeyi bilebilirdi. Geri mi dönsem diye düşünürken 35-40 yaşlarında bir adamın kendinden emin adımlarla bize doğru geldiğini gördüm.
“Arkadaşlar merhaba. Ben Adnan. Kendimi ay bilimci olarak nitelendirmem yanlış olmaz sanırım. Senelerdir ayın hareketlerini inceliyorum. Dün geceki değişimi de önceden tahmin etmiştim. Çok insanı uyardım, haber kanallarını uyardım ama bana inanmadılar.”
Bilim kurgu filminin içinde gibiydik. Yarın da kıyamet kopar, oh mis gibi. Ben uğraşmam ama öyle insanları kurtarmaymış vs. Bir son gelmişse bunu hepimiz hep beraber yaşayalım. Evet belki iyi insanlar da ölecek ama kötü insanların kötülükleri de son bulmuş olacak.
“Neden bir avuç insanız burada? Neden sadece biz Türkçe konuşuyoruz?”
“Çok güzel soru. Şöyle ki burada bulunan herkes veya bulunmayıp da Türkçe konuşmaya devam edenler, istisnasız hepsi dün gece değişim anına şahit olanlar. O anı görenler değişimin etkilerine maruz kaldılar.”
O anda içimden gelen kahkahaya engel olamadım. Kahkaha basit kalırdı, gülme krizi diyelim. Beni gören en sinirli yapıdaki adam bile gülmeye başladı. Kahkahanın bulaşıcı bir yapısı vardı. Biraz kendimi toparlayınca söz aldım.
“Dolunayda kurt adama dönüşmemiz bile daha mantıklı olurdu. En azından bilindik bir senaryo. Bu bilinmeyenler fazla korkutucu. Hepimizin bir hayatı var, vardı. Şimdi kendi ülkemizde yabancı gibiyiz. Ne olacak?”
“Evet haklısınız genç hanım. Hayatlarımız şu an için değişmiş durumda. Ne olacak sorusuna gelince… Bekleyeceğiz.”
“Ne kadar süre?”
“Size bağlı.”
“Nasıl yani?”
“Bu değişim ayın geçirmesi gereken bir evrimdi. İnsanlar uykudayken oldu çünkü değişimler yıpratıcıdır, yorucudur. Buna en azından o değişimi sağlayana kadar kimsenin şahit olmasını istemeyiz. Ama şahit olunduysa bu olayın etkileri kaçınılmazdır.”
“Ama bir dakika. Biz değişmedik ki. Uyuyan insanlar değiştiler.”
Tüm şaşkınlığımla Adnan beye bakıyordum. Yüzüne bilmiş bir ifade yerleşti.
“Nasıl bu kadar eminsiniz genç hanım? Onlar sadece sizden farklı bir dil konuşuyor. Belki de onlar Türkçe konuşuyordur, sizin dil bilinciniz değişmiştir. Olamaz mı?”
Şimdi taşlar biraz daha yerine oturmuştu. Kurtarılması gereken onlar değildi, bizdik.
“Nasıl düzelecek her şey?”
“Değişimle. Aydan gelen etkiden kurtulmanın tek yolu değişim. Ama hepinizin kendine özel, içinizde sizi daha iyi yapacak bir değişim. Düşünün. Çevrenizdeki insanlar en çok ne konuda sizden şikayet ediyorlar veya siz hangi özelliğinizden dolayı rahatsızsınız, kendinizde neyi değiştirebilseniz daha mutlu bir insan olurdunuz?”
“Bahsettiğiniz değişimler kolay değil. Uzun süre isteyen bir durum. Bazen bir ömür bile yetmiyor. Yani bir ömür bekleyeceğiz.”
Adnan Bey gülümsedi.
“Fark ettiniz mi genç hanım, yaklaşık yarım saattir buradayım ve sadece siz bana soru soruyorsunuz. Bu çok güzel, sorgulamayı seviyorsunuz. Ama benim dikkatimi başka bir şey daha çekti. Sorgulamalarınız sanki bir umutsuzluk çemberinden geçip öyle geliyor bize. Sorarken zaten en başından cevabın yetmeyeceğinden eminsiniz. Çözüm ararken aslında hiçbir çözüm olmadığını düşünüyorsunuz. Bu konuyu bir düşünün bence.”
Kurt adam olmak daha kolaydı. En azından dolunay bitince insana dönerdik. Uzaklara baktım. İçimden derin bir nefes aldım. Uzun bir süre tuttum. Gündüz olsa insanlar muhtemelen yanağımın kızardığını fark edeceklerdi. Sonra bıraktım yavaş yavaş. Hep nefes almanın güzelliğinden bahsediyoruz ama nefes verebilmek de bir o kadar güzel. Bu sırada Adnan bey çevresine toplanan kalabalığın sorularını yanıtlıyordu. Herkes kendine yol göstermesini bekliyordu. Kurtarılacak tarafta olmak birçok insanda derin endişelere sebep olmuştu. Ahtapot görünümlü ayın gölgesinde değişmeye çabalamak zorunda olan küçük bir gruptuk. En kötü ne olabilir diye düşündüm. Böyle yaşamaya devam ederdik ve bir şekilde uyum sağlamayı öğrenirdik. Sadece uzunca bir zaman alırdı. Şaşkınlıklar, doktor kontrolleri, deli muameleri…
“Arkadaşlar hepinizle teker teker konuştuk. Sorularınıza az çok cevap bulduğunuzu düşünüyorum. Şimdi izninizle benim de içsel bir sürece girip değişmem ve bu durumdan kurtulmam gerekiyor. Hepinize ayrı ayrı kolaylıklar diliyorum.”
Herkes sırasıyla teşekkür etti. Bense aklıma takılan son bir soruyu sormak istiyordum. Teşekkür sırasının en sonundaydım. Sıra bana geldiğinde Adnan Bey’in elini sıktım.
“Teşekkürler. Yorumlarınızı düşüneceğim. Hâlâ kafama yatmayan bazı şeyler var. İşe yarayacak mı bilmiyorum ama bakacağım. “
“Değişime niyetlenmek değişimin belki de en büyük adımıdır. Ben en çok sizin başaracağınıza inanıyorum.”
Bu inanç hayatımın eksik parçalarından biriydi. Sanki ben hiç birinin gerçek anlamda bana inandığını hissetmemiştim. Adnan bey bence gözlerimde bunu da görmüştü.
“Peki, teşekkür ederim. Son bir şey sormak istiyorum. Her şeyi bilmenize rağmen dün gece neden aya baktınız?”
“Eğer ben dün gece aya bakmasaydım, siz bir şekilde bana ulaşamamış olsaydınız şu an ne yapardınız? Buradaki insanlar ne yapardı?”
“Ve?”
“Ve çalışmalarımın güvenilirliğini kontrol etmem gerekiyordu.”
Karşılıklı gülümsedik.
“Kazan-kazan”
“Kesinlikle öyle. Benim de içimde değiştirmeyi umut ettiğim bir taraf var. Ben de buna niyetlendim. Eğer ikimiz de başarırsak çayımı içmeye beklerim.”
“Ben başaramazsam da gelirim merak etmeyin. Bana artık şekillerle anlatmaya çalışırsınız. Ya da Türkçeyi yeniden öğretirsiniz.”
“Genç Hanım. Bakın yine konuşmalarınız umutsuzluk çemberinden geçerek geliyor. İlk adım kendinize inanmak olsun. Ben sizi başarmış bir şekilde bekliyor olacağım.”
Tamam anlamında başımı salladım. Kendime inanmak şu an kalbimde kıpırdanan bir ahtapot gibiydi. Dönüş yolunda dilime eskilerden bir şarkı takıldı.
“Aya benzer yüreğim
E doğal olarak takipteyim”