Kırmızı Beyaz

Fatma Ünsal

Kırmızıyı çingeneler sever, senin ne işin olur kırmızıyla diye diye beni kırmızıdan soğuttular. İçinde minicik bir parça bile kırmızı yoktur kıyafetlerimin. Sokakta kırmızıyı görünce milletin üstüne boğa gibi saldırmıyorum ama kırmızı da ne bileyim. Çok muhteris bir renk. Saldırgan, dişli, kavgacı. Değil mi?

Benim bey de istemeye geldiğinde koca bir buket kırmızı gülle gelmişti. Babaannemin arkadan: “Bunu alacağına lokumu iki kutu alsaydı ya.” demesini duyunca kıkırdayıp bu kötü renkli çiçeklere kötücül bakışlar atmıştım ama ne yapalım? Parası verilince kabullenmesi de kolay oluyor neticede. Nefret hissi ne keskin his. Ne kadar derin sınırlar çiziveriyor. Ama kırmızı güller yüzünden ağzı salavatlı, boynu kravatlı kısmetimi tepecek değildim elbette. Eğitirdim ben onu eğitirdim. Kırmızı güller değil de beyaz güller taşırdı evimize. Ne bileyim, sarı nergisler. Hiçbirini taşımadı. Ben kırmızı gül sevmem deyince iyi o zaman, deyip çiçek alma kapısını komple kapattı. Kafası genellemeye bastı. Keşke demeyeydim de kırmızı gül almaya devam edeydi. Başımıza ne geliyorsa bu mükemmeliyetçilikten geliyor. Sevsene kardeşim, kırmızıyı sevmiyorsun ama kırmızı gülü sevsene!

Ben de inat ettim. Bahçemize beyaz güller diktim. Bir sürü. Açılınca gelin tarlasına dönüyor. Tohumunu en iyisinden buldum. Bir kokuyor. Goncayken bir salınıyor. Mest oluyorum onları izlerken. Kocalarımızın bizi dilenci hâline sokmasına izin vermemeliyiz. Ben de vermedim. Bir gün eli arkasında, mutfak kapısında belirdi. Bir şey saklıyordu belli. Heyecanlandım tabii. Bana ellerimle yetiştirdiğim güllerden bir buket yapıp getirmemiş mi! Hay eline ekmekçi küreği! “Çiçek isteyip duruyordun,” dedi. “Sana senin ellerinin değdiğini getirebilirdim ancak. Başka ellerin yetiştirdiği yakışmaz.” Hay dozunu aşmış şair! Elinden aldım hışımla. Bir daha yolma bahçemin güllerini, dedim. Anlamamış gibi suratıma baktı. Bal gibi anlıyor da fıtratının getirisi numarayı kullanıyor hep.

Mevsimler değişti. Güller soldu gitti. Bir sonbaharda geldi bir kuş eğleşti bahçede. Ağzından bir şey tükürür gibi gördüm ama üstüne düşmedim. Uçtu gitti gariban. Kuşlar da bana çok gariban geliyorlar. Bir damlacık vücutları var. Noktacık gözleri. Hayvanların çiçekleri gibi. Neyse. Güllerim baharda yeniden tomurcuklanmaya başlayınca baktım o kuşun tükürdüğü yerden de bir gül yetişiyor. Çok heyecanlandım. Açma zamanını merakla bekledim. Acaba hangi renkti? Sarı olsaydı ne güzel olurdu. Beyaz olsa zaten en iyisi. Ama sarı olsa sarı olsa. Gonca olunca gördüm ki sen tut kırmızı gül ol. Bu kuşu benim bahçeme kocam salmış olabilir miydi? Saçmaladım. Kiralık katil gibi bahçenin düzenini öldürmek için kiralık kuş tutacak hâli yoktu ya. Tam koparacaktım ki durdum. Bazen misafirleri sevmesek de sabretmek zorunda kalırız. Sabrettim. Diğerlerini sularken onu da suladım. Gün güne açıldı açıldı. Öyle güzeldi ki kırmızıdan öte gördüğüm saf güzellikti.

Gülümü sevdim. Onu sevince kırmızıyı da sevdim. Beyaz güllerin arasında ne güzeldi. Dallandı budaklandı çoğaldı. Aynı suyu içip farklı renkleri sundurmak Allah’ın ne de güzel bir işiydi.

Anneme kırmızı gülü gösterdim. “Bak,” dedim. “Şimdi sen beni çingenelere benzetirsin ama bu gülün tohumunu bir kuş getirdi bıraktı. Ne asil duruyor değil mi?” “Çok asil çok,” dedi ağzının kenarıyla. “Ama reçellik gül gibi. Biraz yolayım da sana reçel yapayım.” Olmaz, diye durdurmaya çalıştım. Elini kolunu tuttum ama başaramadım. Reçel yapmaya çalışan bir anneyi durduramazsınız. Yaptı da. Gülümü kel bir tavuğa çevirdi. Bir kavanoz reçele dönüştürdü.

Kahvaltıda elim varmadı reçeli yemeye. Baktım kocam ekmeğini bir daldırıyor güzelim gül yaprakları toplaşıp midesine revan oluyor, kıskandım ben de yemeye başladım. Hatta önüme aldım da yedim. Gün içinde gittim geldim kavanozu hepten yedim.

Pazara gittim sonra. Karpuz almak için saptım bir karpuzcuya. Başımı kaldırmadan seçmeye koyuldum. Pıt pıt vurdum dışlarına. İyi karpuz seçerim. Beğendim birini. Sapı kabak sapı gibi değil. Şunu tartar mısınız, diye satıcıya uzatırken bir de ne göreyim? Satıcı karpuzmuş ya! Versene abla şunu, diye üsteledi bir de. Karpuz vücudundan çıkan insansı kollarını uzatarak. Şehadet getirerek gözlerimi yumdum. Bir daha açtım. Baktım Karpuz Bey, hem söyleniyor hem de eliyle ohooo çattık kardeşim, diyor. Yandaki satıcı: “Ne oldu Ahmet, neye sinirlendin?” diye sorunca, “Baksana abi, abla uzatmıyor ki tartayım.” diye eliyle beni gösteriyor. Yandaki satıcı, gayet normal insan satıcı: “Hanım uzatsana karpuzu. Gözüyle mi tartsın?” diye üsteliyor. Elimden tak diye bırakıyorum karpuzu. Yerde zerrelere ayrılıyor. Çekirdekler sıçrıyor etrafa. Karpuz Ahmet Bey, elini olmayan insan başına götürüp şaşırıyor. “Öde parasını öde!” diye bağırınca cüzdanda bulduğum parayı tezgâhına fırlatıp kaçıyorum.

Eve vardığımda nefesim tepemi aşmış, kalbim yerinden çıkacak gibi. Mutfaktan tıkırtıları duyunca: “Koş koş başıma neler geldi!” diye beyime seslendim. Sağ olsun tez canlı olduğundan beş dakika sonra ancak geldi. Ne oldu sana, diye sordu. O esnada başım yerde halının desenine bakarak felsefelerin cümlesini aşan yeni bir felsefe oluşturuyordu çaresizce. “Ne oldu diyorum Canan, delirtme beni. Biri sarkıntılık mı yaptı ne yaptı?” diye agresifleşince başımı kaldırdım. Kaldırmaz olaydım. Vücudu kocam, başı kırmızı bir gül olan bir yaratık, bir acayip mahluk bana bakmıyor mu? O reçeli bitirmeyecektim. O kuşu da bahçeme tükürürken taşla kovalayacaktım. Annemin eline sarılıp ver o mübarek ellerini öpeyim diye konuyu değiştirecektim.