Kamer

Fitnat Sümeyye Erbek

________________

Sabah güneşi perdemi delip geçmiş ve çoktan göz perdemi açmaya zorlarken ona yenilip gözümü açtım. Güneşin her gün bu kadar ışıl ışıl olmadığı gibi ben de her gün böyle suratsız uyanmıyordum. Nedense de hep güneş ihtişamına kavuşunca ben sönük biri oluyordum. Adımdan kaynaklıydı galiba. Kamer. Ay. Güneşin ışığı ile var olmak ancak onun çokluğu içinde yok olmak gibi bir denkleme sahiptim ve bu denklem hiç bilinmeyenli olmasına rağmen benim hayatımın hiç çözülemeyen denklemiydi. Cümlelerimin uzunluğu güneşin ışınlarına karşı birer kılıç darbesiydi. Bugün ne var, bilmem, ancak hiç olmadığı kadar keskin hem de.

“Kamer hadi kalk! Baban beş dakikaya çıkacak yetiş sen de!” annem konuşarak ve kapıyı çalmayacak kadar medeni bir şekilde odama girdiğinde suratsız yüzüm onu sinirlendirmişti.

“Bu ne hâl kız?! Kalk yüzünü yıka.” yüzünü buruşturup odamdan çıktı. Bu evin ortalık bebesi ben olduğum için işe sadece ben koşuyordum. Hırkamı üstüme alıp başıma annemin en sevmediği şalımı doladım.

“Kamer! Ben sana kaç kere şunu takma dedim. Yine çulluya dönmüşsün!?” diye azarlarken lavaboya girdim yüzüme suyu çarpıp kurulamadan çıktım. Babam kesin sokağın sonuna varmıştır. En eski ama en hızlı olduğunu bildiğim spor ayakkabılarımı ayağıma giyerken yine annemin radarına yakalanmıştım,

“Bak bak! Kızım sen çulsuz musun? Niye evsiz gibi geziyorsun ortalıkta?” Annemin çulluya ve çulsuza olan nefretini çözmeye çalışacak zamanım olunca onu da yapayım diye telefondaki not defterine not edip anneme el sallayarak apartmanın merdivenlerinden koşarak indim. Park yerinde bizim araba yoktu. Başımı sola çevirip bizim arabayı gözlerimle ararken babamın arabanın şoför koltuğundan bana baktığını fark edip hızla sokağın sonuna koştum lakin babam her zaman olduğu gibi yine arabayı diğer sokağın sonuna kadar sürmüş ve beni peşinden koşturmuştu. Diğer sokağın sonunda şükür ki trafik lambası vardı. Kırmızı ışıkta arabaya binip babamın suyundan içtim. Her sabah koşacak gücü nereden buluyordu babam?

“Bitirme suyumu. Bugün hedefim yüksek, çok su lazım.” derken içindeki küçük çocuğun hevesli gözlerini görebiliyordum. Sahi, anne babalarımız da bir vakitler küçük çocuklardı değil mi?

“Bugün hedef kaç?”

“On bin elli adım.” Kaşlarım sorgulayarak ayağa kalkarken başımı ona iyice çevirip sordum,

“Dün zaten on bin değil miydi?” Babam kaşlarını düşürüp göz kapakları arasındaki mesafeyi azaltınca moralini bozduğumu anlamıştım.

“Hedef küçük görülmez. Bir adım atmak bile kârdır.” derken gerçekten içindeki hevesi kırdığımı düşündüm. Ve ne diyeceğimin kararsızlığı içindeyken, dükkânın önüne geldik. Tamirci dükkanı. Evet ben Kamer, bir genç kızım ve şu an tamirci dükkanın kapılarını açıyorum. Neden mi? Benden adam olmazmış. Öyle dediler. Ki olmadı da zaten. Dükkanın kepengini yukarı kaldırıp kilitledim. İçerdeki arabanın motorunda sıkıntı vardı. Onunla ilgilenmeye başladım. Bir iki saat motorla uğraştım ancak her zamanki gibi bir şey yapamadım. Ustam saat on gibi dükkana geldiğinde,

“N’aptın Kamer?” derken bir yandan demlediğim çayı içiyor bir yandan vermediği harçlığımla aldığım simiti yiyordu.

“Yapamadım usta.” deyince çay bardağından bir yudum alıp kenara bıraktı.

“Nasıl yapamadın? 4 aydır buradasın Kamer. Bir işten de anla artık!” derken bana kızmasına ya da elimden gereçleri alıp yere fırlatmasına gözlerim dolmamıştı. Simidi yere düşürmüştü ve farkında bile değildi. Dükkanın kapısının ağzındaki güvercin içeri doğru sökülüp simidi yerken elimdeki eldiveni çıkarıp kenara bıraktım ve sessizce çıktım dükkandan. Arkamdan gelen bağırış sesini duysam da cevap vermedim. Evin sokağına girdiğimin farkına varınca hemen durup geri döndüm. Annem kesin diliyle döverdi beni. Sokağın köşesinde yürüyüş yoluna çıkan bir yer vardı. Bizim evi kontrol ede ede oraya saptım. Yüz metrelik bir koşu mesafesi ardından da ormanda devam eden bir yürüyüş yolu vardı. Kapşonumu kafama geçirip iplerini sıkıca önden bağladım. Ve koşmaya başladım.

O kısa mesafeyi ne ara koştum ne ara ormana girdim. Ne ara bu göletin yanına geldim farkında değildim. Boş bankın gölete bakan manzarasını görünce durmuştum. Soluk soluğaydım. Nefeslerim dünyanın telaşesine yetmiyordu. Elimi cebime attığımda telefonumun olmadığını fark ettim etrafımda dört dönerken. Gerçekten ormanın en güzel yerine geldiğimi fark edip biraz dünyaya mola vermem gerektiğini düşünüp o banka oturdum. Saatlerce orada oturdum. Ağladım, güvercinleri seyrettim. Hava karardı. Kalktım. Ormanın sonuna doğru yürüdüm. İstemsizce dünyanın kıymetli malını, telefonumu, aradığımı fark ettim. Bedenim başka ruhum başka bir diyardaydı sanki. Elimi boğazıma götürüp derin bir nefes aldım. Ay semada görününce koşmaya başladım. Kendimle yüzleşmekten kaçar gibi kaçtım. Güneşin ışığını alan Kamer değilim ben. Güneş yokken bile sessizce dünyayı izleyen Kamerim ben. Onlar beni izlemezken. Yürüyüş yolunun o kısa mesafesine gelince, lambanın altındaki ağaçta bir şeyler fark ettim. Birileri yapraklarına bir şeyler yazmıştı. Dibine vardım gövdesine kazılı birkaç harf ve kalp gördüm. Medeni insanların hâline suratsız bakışlar atıp yapraklarına baktım. Her bir yaprakta farklı bir kelime vardı. Yüzlerce yaprak, yüzlerce kelime vardı. Işığın vurmadığı üç yaprak kopardım. Yerine hemen bir kaç tane bitiverdi. Yaprakları ışığa çevirip okudum.

“Koşu, galip, ay”

20** yılı Türkiye yarışı galibi Kamer Çeliker.

Seneler önceki Kamer’in gözleri doldu ve bir karar aldı. Ve eve doğru koşmaya başladı.