Şerife teyze geçtiğimiz kış sonu dünyasının başına yıkılacağını bilmeden yaşıyordu. Geçtiğimiz kış öncesinde tabii. Tıpkı geçen yıllardaki gibi. Hangimiz böyle yaşamayız ki? Bazı güzel insanlar galiba. Belli ki o güzel insanlardan değiliz. Olsun, güzel olmaya çalışmıyoruz da değil.
Şerife teyzenin üzerine düşen ağacın sesi ta karşı köyden işitilmiş. Öyle bir gürültüyle yıkılmış ki ağaç köyün delisi küçük dilini yutmuş. Yutmadan önce de ben biliyorum naraları atıyormuş. Neyi biliyordu, dilini yutacağını mı, Şerife teyzenin hakkın rahmetine kavuşacağını mı, köylünün aklında bir soru işareti olarak kaldı bu konu. Sonra küçüldü de küçüldü bu işaret, birkaç evla isim dışında bu biliş iddiasının ardını ya da aslını demek daha doğru olur, araştırmanın peşine düşen olmadı.
Aslında her sene onlarda kişi kendilerine ait ormanlardan yıllık odun ihtiyaçlarını karşılamak için ağaç keserdi. O ağaçların yerine yenileri büyür ve nefes olmaya devam ederlerdi. Ama karşı köyün delisinin bir şeyleri bildiğini söylemesi ve bunun ardından türlü rivayetlerin kendilerini çıban başı gibi göstermesi takdir edilir ki bu olayı daha esrarengiz kıldı.
Bu rivayetlerin büyüsüne kapılıp define mi aranmadı, birkaç zaman ormandan ağaç mı kesilmedi, evlerde odun yakmaktan geri mi durulmadı… Daha neler neler. Ben de rivayetlerden birine taktım kafayı, meraktan duramıyorum yerimde.
Şerife teyzenin daha kırkı çıkmadan bu rivayetler öylesine yayılmıştı ki ben de hızımı alamayıp mevzubahis ormana attım kendimi. Malum olayın olduğu yer kendini belli ediyordu. Her gün kuşluk vaktinde bir uğruyordum ormana. Elime alıyordum bir çubuk karşıma çıkabilecek yabanilere karşı. Ama etrafta yabani mabani yok. İş olsun. Ormana yedinci yahut sekizinci gidişimdi. Ağır ağır yürüyordum. Yapraklar toprakla bütünleşmiş, gün ışığı çıplak ağaçların arasından direkt gözüme vuruyordu. Dikkatli bakıldığında kendilerini belli eden tomurcuklar ormana renk katıyordu. Yaklaştım ağaçlardan birine. Gözlerimi belerttim. Yeşil renkli bir harf görür gibi oldum. A harfi. Gözlerimi birkaç kez açıp kapadım. A harfi öylece duruyordu yemyeşil. Bir ucu sıkıca tutunmuş ağacın kabuğuna. Yutkundum. Bir başka dala baktım. Yemyeşil bir H bir de E. Allah Allah! Tansiyonum mu çıktı şekerim mi düştü kolestrolüm mü yükseldi yaşamak mı fazla geldi. Galiba. Evin yolunu tuttum. Başımı yerden kaldırmadan. Çürüyen yaprakları daha da ezerek yürüdüm. Bir kaldırsam başımı da baksam şu yanından geçtiğim ağaçlara. Şöyle biraz ucundan. Hayır ama. Hayır ama nereye kadar? Üç adım beş adım. Yeşilden harfler. B, H, K,Ö, E… Tamamlanmış tek kelime yok. Adımlarım geri geri gitti. Malum olayın olduğu yerde buldum kendimi. Yıkılan ağacın yerinde büyüyen fidanlara yaklaştım. Yeşilden harfler sarmış her yeri. Fidanlar boy boy. Yeni bir ağaç büyümeye koyulmuş. Kesilen ağaçtan geride kalan kütüğün içinde halkalar birbirini takip ediyor. Tam merkezde kahverengiden bir kelime duruyor. O deli hakkaten biliyormuş. İnsanı ne öldürür deseler bu derdim o halkaları ve kelimeyi göstererek.