Ulu’ya İtaat

Saliha Çolak

Dünya yaralıydı. İnsanoğlu binlerce yıldır onu hoyratça kullandı. Hastalanan Dünya daha fazla dayanamadı. Ormanlar yandı, hayvanlar ve bitkiler telef oldu. İnsanların çoğu da çıkan yangınlar sonucu öldü. Bir kısmı da kayboldu.

Bilimi elinde bulunduran insanlar başta Dünya’yı eski haline getirebileceklerine inandı. Mars’ta bir hayat bulamadıkları için ellerinde yalnızca Dünya vardı. Fakat Dünya’nın iyileşemeyeceğini gördüklerinde artık daha fazla çabalamadılar. Keşfettikleri suda uyuma teknolojisiyle kendilerini uzayda bir boşlukta binlerce yıl uyutmak için yola çıktılar. Onların hesaplamalarına göre uyandıklarında Dünya kendini yenilemiş, eski halinden bile daha güzel bir hale gelmiş olacaktı. Bu umutla uykuya daldılar.

Dünya üzerinde kalan insanlar ölmeye devam etti. Nüfus artışı durdu. Gezegen üzerindeki tüm insanlar artık beraber hareket ediyordu. Geride bir insan daha bırakamazlardı çünkü sayıları günden güne azalıyordu. Zamanla birbirlerinin diline alıştılar ve ortak bir dil konuşmaya başladılar.

Büyük bir kısmı yanan Dünya biraz olsun sakinleşmişti, artık yangınlar daha az çıkıyordu. Bir müddet devam eden huzur büyük bir yangınla son buldu. İnsanlar geride kalanlarla birlikte güneye doğru hareket etti. Artık gezegen üzerinde yeşil kalan tek bölge orasıydı.

***

Genç kızın çocukluğuna dair hatırladığı en eski şey Güney’e göçmeleriydi. Henüz dört yaşındaydı o zamanlar. Annesi elinden tutmuş kargaşanın içinden sıyrılmaya çalışıyordu. Çığlıkları hatırlıyordu. Geçmişine dair mutlu olduğu pek bir an yoktu. Yalnız bir gün yeni taşındıkları yerde bahçede otururken burnuna bir kelebek konmuştu. O gün çok mutluydu. Bir canlı görmüştü. Yaşam için belki yeni bir umuttu ama bir daha kelebek göremedi.

Güney bölgesinde insanlar ölümü bekleyerek yaşıyordu. Aslında zaten ölecekti herkes ama bu insanlar acısız bir ölüm istiyorlardı. Küçük büyük herkes en az bir kere bir tanıdığının vahşice öldüğüne şahit olmuştu. Acı gündelik yaşamın bir parçasıydı.

Halk verimsiz toprakların en verimlisinde oldukları için toprak ne verirse onunla geçimlerini sağlıyorlardı. Kimi zaman insanlar geçinemediği için dışarıda bir arayış içerisine giriyor fakat gezegen çölleşmeye başladığı için elleri boş dönüyorlardı. Ya da dönemiyorlardı.

Genç kız annesi ve abisiyle beraber Güney bölgesinin uç kısımlarında derme çatma bir evde yaşardı. Abisi gündüz iş aramaya çıkar üç beş kuruş kazanır gelirdi. Annesi bağa bahçeye bakar alabildiği kadar mahsül alırdı. Genelde pek bir şey alamazdı. Genç kız annesiyle beraberdi. Yaşıtlarıyla genelde pek anlaşamazdı. Onlar sanki yaşadıkları hayat cennetmiş gibi davrandığı için genç kız onlarla arkadaş olmamayı seçerdi.

Bir gün Güney bölgesinde durağan ve sefil hayat birden hareketlendi. Dışarıdan tuhaf görünümlü bir adam çıkageldi. Beyaz ve geniş elbiseleri, yüzünde donuk bir ifadesi vardı. Halk başta korktu. Çünkü bir insanın dışarıda hayatta kalması imkansızdı. Fakat zamanla halk arasında söylenti çıkmaya başladı. “Dışarıda nasıl hayatta kalmış?” “Bu adam ne yaptıysa ondan öğrenmemiz gerek.” “İyi birine benziyor, nereden geldiğini soralım belki bize yardımı dokunur.” Gibi laflar kulaktan kulağa yayıldı. O sırada yabancı adam Güney bölgesine uğrayıp dönüyor, insanlarla pek konuşmuyordu. Genç kız da tüm halk gibi adamın kim olduğunu merak ediyordu fakat herkes gibi bilgisizdi.

Adam bir gün yine geldi ve meydanda sesli sesli konuşmaya başladı:

“Ey kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış yaşlı ve hasta dünyanın arta kalmış insanları bu çağrıma kulak verin. Beni sizi uyarıp yaptığınız yanlışlardan döndürmem için yaratıcımız gönderdi. Sizler için seçildim. Sizlerin iyiliği için buradayım. Beni ve açtığım yolu seçenler mutlu olacaktır.”

Adam bu çağrıyı yapıp kayboldu. Halk şaşkındı. Bu adam nereden çıkmıştı da böyle sözler söylüyordu? Güney halkı herhangi bir dine tabî değildi. Atalarından beri süregelen felaketler onları yaratıcılarına küstürmüştü. Şimdi ise yabancı bir adam onlara bir din ve kurtuluş vaadediyordu.

Yabancı adam üç gün sonra yine geldi, beş gün sonra geldi, on gün, yirmi gün, adam hep geldi. Her geldiğinde çevresindeki çember daha da genişliyordu. İnsanlara anlamadığı dilde beyitler ezberletiyor, bunların dua olduğunu söylüyordu.

Bir grup insan bunun saçmalık olduğunu iddia ederek isyan etti. Güney’in ormanlığa bakan kısmında yangın çıkardılar. Fakat yabancı adamın etrafını mesken etmiş insanlar yangını söndürdü ve isyan edenleri bölgeden dışarı atarak sürgüne gönderdi. Artık yabancı adamın çevresi genişlemişti ve genişlemeye hız kesmeden devam ediyordu.

Yabancı adam kendine “Ulu” dedirtmeye başladı. Artık halk ona Ulu diyor, onu kendilerinden farklı, daha yüce bir yere koyuyordu. Ulu, insanlara yaşamı vaadetti. Onları Dünya’nın güzelleşeceğine ve çok uzun yıllar önce insanlar nasıl mutluysa onların da öyle olacağına inandırdı.

Zaman geçtikçe farklı ritüeller baş gösterdi. İnsanlar bir elleriyle diğer taraftaki kulaklarını tutarak Ulu’nun öğrettiği beyitleri okuyorlardı. Ulu halkın ritüeller için özel bir alana ihtiyacı olduğunu söyledi. Halk derme çatma evlerinden ne sökebildilerse onlarla bir yer inşa etti. Ulu artık yoldaşlarını o muhitte ağırlıyordu.

Genç kız olanları şaşkınlıkla izliyordu. O asla Ulu’ya itaat etmedi. Bunların herbirinin saçmalık olduğunu düşündü. Bir gün meydana çekilen suda çamaşırları yıkayıp eve döndüğünde annesini odada bir eli diğer kulağında anlamadığı cümleler söylerken buldu. Bir yakarış kopardı. Annesinin de yabancı adama inanması onu yıkmıştı. Annesi kızını sakinleştirme çalıştı. “Kızım Ulu bizi kurtacak, o bizi yaşatacak. Sen de ona itaat et.” Genç kız annesine inanamadı. Onu ardında bırakarak evden çıkmaya yeltendi. Annesi arkadan seslendi:”Abin de başta inkar etmişti, şimdi onun sağ kolu.” Duydukları karşısında dehşete düştü. Abisi ve annesi bu adama inanmıştı ve o hiçbir şey anlamamıştı.

Genç kız Güney’i gören bir tepeye çıktı ve aşağıya baktı. Kendini bu saçmalıktan kurtarmak için atlayıp ölmeyi düşündü. Nasıl olsa bir gün bu sefil hayatı onun ölümünü hazırlayacaktı. Ama sonra vazgeçti. Bu yabancı adamın ne işler çevirdiğini anlayacaktı. Kendine bir söz verdi. Madem hayatı eninde sonunda bitecekti o halde bir tepenin başında gerçeklerden kaçarak değil gerçeklerle yüzleşerek bitmeliydi.

Genç kız Ulu adamı takip etmeye başladı. Aslında pek başarılı olamadı çünkü itaat etmediği için onu aralarına almadılar. O da yalandan itaat etti. Artık Ulu’nun etrafında rahatça dolaşabiliyor ve bu adamın yalancı olduğunu ortaya çıkarmak için delil arayabiliyordu.

Artık Ulu’ya inanmayanlar bir elin parmaklarını geçmiyordu. Ulu tüm halkı meydana topladı. Onlara tüm mezarların türbe yapılması gerektiğini, hatta dışarıda ölmüş kimselerin de getirilip Güney’e gömülmesini söyledi. Her birey özel olduğu için türbe yapılarak gelecekte vaadedilen zamanlara gelindiğinde bu insanların torunları atalarının ne kadar özel olduğunu bilmeliydi.

İnsanlar canla başla çalışmaya başladı. Güney içerisinde ölmüş tüm insanların mezarları türbe oldu. Güney çevrelerinde daha önce ölmüş insanlar bulunup Güney’e getirilmeye başlandı. Her evin çevresinde günden güne üç beş yedi türbe yapılıyordu. Sokakta insanlar ölüleri bir sağa bir sola taşıyorlardı.

Aradan zaman geçti. Her ölen için yeni bir türbe yapılıyor, beyitler okunuyordu. Genç kız ne kadar çabalasa da bir açık bulamadı. Yaşı ilerlediği için kapısına sürekli talipleri geliyordu. Fakat o tepede verdiği sözü tutmak için herkesi reddetti. Kendine yakışır bir ölüm için çabaladı. Buna başkasını inandıramazdı.

Zamanla her adım başı türbe oldu. İnsanlar evlerinden üç beş tahta daha eksiltip türbeye yardım ediyordu. Artık açlık sınırında yaşamaya başladılar. Türbeler tarlaları kapladı, ekin ekecek yer kalmadı. Herkes bulduğu kuytu köşede meyve sebze yetiştirmeye çalıştı. Fakat nafileydi. En verimli topraklar türbeler için ayrılmıştı. Genç kız insanların açlıktan ölmeye başladığını görünce artık dayanamadı. Önce Ulu’ya gidip sakin bir dille durumun vahimliğini anlatacaktı. Ulu’nun yanına vardı. İnsanların açlıktan öldüğünü, beşikteki bebeklerin büyüyemediğini, anaların bebeklerine süt veremediği, adamların zayıflıktan çalışamadığını anlattı. Ulu’nun onu dinleyeceğini sandı. Ulu sakinliğini korudu ve sadece “Türbeler önemlidir.” Dedi. Genç kız kızardı, sinirlendi. Ardından bir hışımla odadan çıkacakken dikdörtgen şeklinde bir aleti fark etti. Odaya giren üç kişinin yarattığı kalabalığı fırsat bilerek aleti ayağıyla önüne attı ve kıvrak bir hareketle eline alarak dışarı çıktı.

Aleti nasıl çalıştıracağını bilemedi. Biraz uğraştı, üzerindeki tuşlara teker teker bastı. Olmadığını düşündüğü bir anda alet mavi bir ışıkla açıldı. İçinde bir not yazılıydı:

“Yaptığın bir hata sonucu tüm insanlar erken uyandı. Tekrar uyuyabilmemiz için sana söylediklerimizi teker teker yap. Buna o insanları yok etmekle başla. Aksi halde sen de o insanlarla beraber yok olacaksın.”

Genç kızın yüreği ağzına vardı. Kim uyuyordu, ne söylediler, bunlar kim bilmiyordu. Bildiği tek şey vardı: o adam herkesi öldürecekti.

Koşarak meydana gitti ve yüksekçe bir yere çıkarak haykırdı:

“Ey halkım, ulu dediğiniz adam bir yalancıdır. İşte elimde delili. Bizi öldürmek için elinden geleni yapıyor. Tarlalarımızı türbe yaptı. Açlıktan ağzımız kokuyor, yiyecek yemeğimiz kalmadı. Artık uyanın ve bu adama haddini bildirelim!”

Çıkan kargaşanın ardından Ulu da meydana indi. Sakince söze girdi:

“Ey halkım böyleleri kurtuluşumuzun önünde küçük engellerdir. İsyan ederek en büyük suçu işledi. Cezası ölümdür.”

Halk hep bir ağızdan genç kızı yuhladı.

Genç kızı boynuna asacakları ipin yanına getirdiler. Her şeyin bitmesine az kalmışken son kez onu yuhlayan halka baktı. Kenarda annesi sessizce ağlıyordu. “Ölüm!” Diye bağıranların en önünde ise abisi vardı.